Bilmeyenler için patates baskıyı kısaca anlatayım. Patates
baskı, şimdilerde ana sınıfı faaliyetleri arasında eskiden ilkokulda resim
derslerinde pek eğlenceli bir baskı yöntemiydi. Elinize aldığınız irice bir
patatesi en geniş yerinden ikiye böler, patatesin kestiğiniz yüzüne kalem, bıçak,
kalıp gibi bir şeylerin yardımıyla istediğiniz şekli çizerdiniz. Şeklin
kenarlarında kalan artık parçaları koparıp elde ettiğiniz patates mührünü suluboya
ile boyar, kâğıda bastırarak şekiller elde ederdiniz. En eğlenceli resim faaliyetlerdendi.
Hatta bunun iple, başka nesneleri boyayarak yapılanları da vardı.
Patates baskı yapıldığı gün, sınıfta her taraf patates olur,
hepimiz dudaklarımızı kemire kemire en güzel şekli çizmeye çalışırdık. Patates mührüyle
yapılan ilk baskıdaki canlılık; patates sürekli sulandığı için bozulur,
patatesleri baskı aralarında kurulamak gerekirdi. Baskı kalitesini; patatesin
cinsi, patatesi oyarken kullandığınız malzemenin ne olduğu, sulu boyaların
markası bile etkilerdi. Yani aslında aynı şekli bile oysak patates
baskılarımızın her biri kendine özgü olurdu. Japonlar kadar vizyonlu
olmadığımız için sadece 62’den tavşan, çiçek, harf, araba falan yapar, bir süre
sonra da sıkılırdık. Bu faaliyet zaten yılda en fazla bir kere yapılırdı. Çünkü
malum, patates, erişimi en kolay ama en kıymetli temel gıdalardan biriydi ve
anneler bir tekini bile feda etmek istemeyebiliyordu.
Baskıdan baskıya
“Mahalle baskısı” kavramı ilk olarak 2007 yılında Şerif
Mardin tarafından dile getirildi. Mardin, “mahalle” kavramını “cemaat”
kavramının temel tanımlarından hareketle tarif etti. İnsanların büyüdüğü,
geliştiği, havasını soluyup suyunu içtiği ve kendisini onun değerleri üzerinden
tanımladığı kavramsal bir topluluk “mahalle”. Mahallenin kuralları var ve
özellikle doğu toplumlarında bu kuralları denetlemek topluluğu oluşturan
bireylere düşüyor. Kendi iklimini inşa eden mahalle; bazen başka mahalleleri bu
iklime uyum sağlamaya zorluyor, uymazlarsa onlara ayrımcılık yapabiliyor, bazen
de kendi içinde aykırı bulduğu bireyleri denetliyor. Bu denetim kollektif bir
şekilde oluştuğu için oldukça katı ve zorlayıcı olabiliyor. Hatta ölçüyü
kaçırıp temel kuralların dışında detayları takip eden tuhaf ve bunaltıcı bir
aygıta dönüşüyor.
Son zamanlarda, değişen toplumsal tanımlardan dolayı
“mahalle baskısı”nın azaldığına ve birbirimizi denetlemediğimiz için bunaltıcı
sorun dağlarıyla karşı karşıya olduğumuza dair yorumlar yapılıyor. (Bu noktada
“emri bil maruf nehyi anil münker/iyiliği teşvik edip kötülükten sakındırmak”
emrini mahalle baskısından ayrı tutmak gerekiyor.) Aslında biraz düşününce bu
sonuca mahalle baskısının tuhaflığının yol açtığı görülüyor. Sürekli denetlenip
üstünde toplumsal baskı hisseden insanlar, kendilerini diğeri baktığı için iyi
davranmak zorunda hissediyor. Patates baskısında bile kendine özel şartlar
yüzünden farklılıklar olabilirken mahalle baskısı tek tip bir tanım dayatıyor, hep
mahallede kalıyor ve bireysel gelişimi engelliyor. Geldiğimiz noktada karşımıza
“mahalle baskısının gevşemesi” nedeniyle “gemi azıya alan” yığınlar çıkıyor.
Halbuki bütün bunlar, hayatını birbirini denetlemeye hasreden mahalle sakinleri
aynada kendilerine hiç bakmadığı için yaşanıyor.
İşte Cuma namazına gittiğinizde camiye gelen küçücük kadın cemaatlerinde bu çarpık yönler kristalize oluyor. Her ne kadar durumun sorumlusu, yüzlerce yıldır cumanın kadınlara farz olmadığını ya da cemaatle namaz kılmanın erkeklere has bir toplu ibadet olduğu algısını kuran anlayışsa da bir bütün inşa edebilmek için bu anlayışla şekillenen kadın davranışlarını da eleştirmek gerekiyor.
Üzücü bir tespit olarak birçok kadın, Cuma namazının, daha
kötüsü cemaatle namazın nasıl kılınacağını bilmiyor. Bazıları özellikle Ankara-Ulus
bölgesinde tarihi ya da daha kutsal buldukları camilerde yoğunlaşıp dilek
dileme, adak adama, kesme şeker/lokum/lokma/helva dağıtma gibi safsataları
yaşatıyor, bunları yapmak için camileri geziyorlar. Hatta bu amaçlar o kadar ön
plana geçiyor ki bazen farz olan Cuma namazını eda etmek gibi bir endişeleri
bulunmuyor. Bu insanlar, Cuma namazının rükunlarını bilmedikleri için; safların
düzgün tutulması, günlük kıyafetin üstüne namaz eteği giyilip giyilmediği gibi
rükunla ilgisi olmayan şeylere takıp bunları takip ediyorlar. Gerçekten namaza
gelmiş insanların huzurunu kaçırma pahasına hutbe sırasında konuşuyor, tespih
çekip nafile namaz kılıyorlar. Namazlarını imamdan önce bitirip gidenler, sünneti
kıldıktan sonra işleri olduğu için farzı kılmadan camiyi terk edenler oluyor. Açıkçası
“emri bil maruf nehyi anil münker” yapılıyormuş gibi uygulanan “mahalle
baskısı” tat kaçırıyor, ilkinin de imajını bozuyor.
Ahi Şerafettin’de Cuma
(Sizden gelecek yeni cami notları için: bilgi@hertaraf.com. Yetkililerin dikkatini
çekebilmek için: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş @dibalierbas, Din İşleri Genel Müdürlüğü @dibdhgm.)
[2] https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-ruyalarin-yapildigi-maddeden-yapilmayiz-biz-ruhumuz-olmadan-sadece-birer-makineyiz-3483