10 Aralık 2024

TAŞLI TARLA

Ankara’dan görevlendirilen Kültür Bakanlığına bağlı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu yetkilisi resmi arabanın camından hızla geçip gittikleri tarlalara bakıyordu. Sabahın erken saatinde çıktıkları yolda arabaya önden vuran güneşin de etkisiyle mayışmıştı. Görevli şoförle yaptıkları günlük hoşbeş çabuk bitmiş, yeni açılan Niğde Otobanı’nın düzgün asfaltının sağladığı sarsıntısız yolculuk ninni etkisi yapmıştı. Şoförün Tuz Gölü’nün yakınından geçtikleri uyarısıyla teslim olmak üzere olduğu tatlı uykunun kollarından sıyrıldı. Emniyet kemerini eliyle esnetip yeniden bırakırken oturduğu yerde doğruldu. Pantolonunun ütüsü bir miktar bozulmuştu. Kılık kıyafet konusunda birtakım zorunluluklar esnetilmiş olmasına rağmen o eskisi gibi devam ediyordu. Şu araba yolculuğu için spor bir kıyafet giyip rahat edeceğine lacivert takım elbisesini giymiş ayakkabı olarak da pırıl pırıl deri, kösele tabanlı ayakkabılarını seçmişti. Birkaç ayakkabıyı arazilerin çamurlarına sapladıktan, birkaç pantolonu dikenlere feda ettikten sonra öğrendiği üzere yanına bir çift çizme almıştı. Çizmeleri bagajdan çıkarıp ayağına giyerken çevredekilerin “Maşallah pek tedbirlisiniz” yollu cümlelerini duymak hoşuna giderdi.   

Tuz Gölü’nün etkisiyle toprak kireç gibi beyaz, haliyle çoraktı. Göl havzasının kirlilik ve yanlış sulama yüzünden sürekli küçüldüğünü, zarar gördüğünü hem görev icabı hem de haberlerden bildiği için yoldan gölü görmeyi beklemedi. Aslında bozkır manzarasının tuz eklenmiş haliydi. Şoför, göl manzarasını izlemek için kurulmuş gibi duran mola istasyonuna sakin bir manevrayla girdi. Hiç itirazsız hatta mutlulukla arabadan inip serin sabah havasını içine çekti. İhtiyaç gidermek üzere benzin istasyonuna yönelen şoför biraz sonra çift kâğıt bardağa koyduğu nasılsa her zaman aşırı kaynar olduğu için hem ağzı hem de eli yakan iki çayla döndü. Arabadan yeni inmelerine rağmen sabah serinliğinde üşüyen elleriyle bardakları kavramakta bir sakınca görmediler. Otobandan hızla geçen araçların vınlamaları dışında pek ses yoktu. Ara ara bozkır kuşlarından birkaçı küçük bir konser bahşediyor, bazıları da keskin bir ötüşle konserin ortasından geçiyordu. Çay bitince yeniden yola çıktılar.

Tuz Gölü’nün tuzladığı toprakları geride bırakınca tarla renkleri çeşitlenmeye başladı. Tarlalar, aynı çocukken çizdikleri resimlere benzer kadastrolanmış, tuhaf geometrik şekiller halinde sıralanıyordu. Sonbahar olduğu için çoğunda ekin yoktu. Kimi taşsız, kimi de sanki bir yanardağ hapşırmış da her tarafa saçılmış gibi taş doluydu. Bazısı anızı yakıldığı için siyah, bazısı daha sürülmediği için otlu çöplü saman sarısı, bazısı da sürüldüğü için ince çekilmiş kahve gibi koyu kahverengiydi. Yan yana iki tarlanın renklerinin bu kadar farklı olması ne tuhaftı. Sanki renkleri sınırlar belirlemiş gibiydi. Halbuki insan toprak cinsinin aynı olmasını bekliyordu. Neyse bu çiftçilik işlerinden çok anlamazdı. Toprakla neredeyse tek temasları böyle bir müracaat ya da şikâyet için bakanlıktan çıktıkları zamanlarda oluyordu.

Otobanın Mucur çıkışına az kalmıştı. Şikâyete konu tarla çıkıştan çok uzakta değildi. Bunun gibi her görevde gerilir, öfkelenirdi. İnsanların cahilliğini anlamak çok zordu. Kendisini öfkeyle doldurmamaya karar verdi. Neticede devletin bir görevlisi olarak orada bulunacak, kasıt var mı, tahribat ne boyutta rapor edecekti. Bond çantasını dizinin üstüne aldı, açtı. Bakanlığa gelen ihbar mektubunu, koyduğu poşet dosyadan çıkarmadan yeniden okudu. Mektupta, söz konusu arazinin yüzlerce yıllık bir mezar alanı hatta kraliyet ailesinin gömüldüğü bir mezar alanı olduğu ancak tahrip edildiği iddia ediliyordu. Gidecek, arazide fotoğraf çekecek, tespit yapacaktı. Doldurması gereken evrağı hazırlayıp en üste koydu. Çantasını şöyle bir düzeltti. Kapaktaki küçük cepten çıkardığı tarakla saçlarını taradı. Araba yolculuğunun mahmurluğunu üstünden atmaya çalıştı. İşlerini hızlıca hallederlerse saat on olmadan bir köy kahvaltısı yaparlar, Kaymakamlığa uğrayıp gerekli yerlere bilgi verir, dönüş yoluna çıkarlardı.

Sağa doğru tatlı bir kıvrımla otobandan ayrılıp Mucur sapağına yöneldiler. Beş dakika sonra şikâyete konu tarlanın bulunduğu yolun kenarında arabayı park edecek bir cep arıyorlardı. Şoför güvenli bir yerde durunca arabadan inip çizmelerini giymek için bagaja yöneldi. Artık hazırdı. Takım elbisenin altında bir tuhaf duran çizmelerinden başını kaldırdığında gördüğü manzara muhteşemdi. Fırından yeni çıkmış bir ekmek gibi koyu kahverengi uzun çizgiler halinde sürülmüş topraktan buhar tütüyordu. Toprak, saksı toprağı gibi yumuşak ve verimli görünüyordu. Güneş ışığının vurduğu noktalarda tozlar dans ediyor, küçüklü büyüklü sinekler uçuyordu. Ankaralıların iyi bildiği yüksek çözünürlüklü görüntü veren ayaz keskinliği değil de manzarayı bir miktar yumuşatan sis hissediliyordu.  

Tarlanın sahibinin geleceklerinden haberi vardı, aydınlık bir yüzle onları bekliyordu. Başında kasketi, üstünde sabah soğuğuna rağmen yıllardır Kırşehir’de bir işi olduğunda ya da düğünlerde, bayramlarda giydiği, dirseklerinin, omuzlarının rengi solmuş ve yıpranmış, tombul göbeğin üstünde iliklenmekten iliği esnemiş, iri düğmeli, beyaz çizgili yalınkat kahverengi ceketi vardı. Ayağına bayramlık ayakkabılarını giydiğine pişman, yumuşak toprağa saplanmadan yürüyebilmek için evlek aralarına basarak koşturdu. Yüzünde misafirperver ama kabahatli yakalanmış birinin mahcup gülümsemesi vardı. “Buyrun beyim, hoş geldiniz, önce eve geleydiniz bi sofra kuraydık, sabah sabah zahmet ettiniz buralara” dedi soluk soluğa. Bakanlık yetkilisi, bu karşılamanın altında ezilmemek için göz temasından kaçınarak sadece “hoş bulduk” diyebildi.

Tarlanın ortasında dört küme halinde duran taş yığınlarını gördü. O da çiftçi gibi keseklere basarak buraya gelme sebepleri olan yığınlardan birine doğru yürüdü. “Olan olmuş” diye düşünerek masa gibi duran bir taşın üstüne çantasını koydu. Yığınları gözden geçirirken hepsinin etrafında şöyle bir döndü, taşların yüzeylerine dik dik baktı. Cep telefonuyla önce genel olarak yığınların sonra da tek tek taşların fotoğraflarını çekerken, “Tarlanın sahibi siz misiniz?” diye sordu. “Benim” diye kekeledi çiftçi, aynı anda genişlemiş ilikten kurtulan ceketini yeniden iliklemeye çalışıyordu. “Bana babamdan kaldı, ona da babasından kalmış. Köyde Taşlı Tarla derlerdi buraya. Başka malımız yoktu. Burası verimli değil diye askerden döndükten sonra kimse bana kız vermek istemedi, ağız birliği etmişler gibi civar köylerden de kimseyle evlenemedim. Sonra baktım olmuyor ahdettim, ben bu tarlanın taşını ayıklarım dedim, başladım çalışmaya. Tarlaya taş ekilmiş gibiydi, tarlayı sürerken sabanlar kırılırdı. Yıllarca yaz demedim kış demedim, gece demedim gündüz demedim çalıştım. Tarlanın taşlarını böyle dört büyük yığın halinde toparladım. Gücüm anca buna yetti. Taşları tarladan çıkaramadım.” Çiftçi konuşurken bir an yetkilinin göz devirdiğini sandı, yanlışa yordu, hikâyesini anlatmaya devam etti. “Tarlayı temizlemeye başlayınca toprak taşların altından böyle kahverengi, yumuşacık çıkıverdi. Bu arada yaptığım iş sağda solda duyuldu. ‘Bu adam ince işten, sabırdan anlıyor, kızımıza güzel davranır’ diye düşünmüşler, istediğimiz kızlardan birini verdiler. Allah’ın emri Peygamberin kavliyle evlendik. Tarla emeğimi boşa çıkarmadı, yurt yuva sahibi olduk. O zamandan beri hanımla eker, dikeriz, neredeyse otuz yıl oldu. Herkes de bilir bizim tarlanın hikâyesini. Şimdi kim, niye şikâyet etti, anlamadım beyim!” dedi.

Yetkili, adamın anlattıklarını dinledi. Çantasının kapağını açarak içinden evrakları çıkardı. Kapaktaki gözden artık pek kimsenin kullanmadığı ama kendisinin ısrarla senelerdir taşıdığı dolma kalemini aldı. Çantanın üstüne koyduğu formlarda birkaç yeri doldurup işaretledi. Noktalı boşluğa anlatılan hikâyeyi kendince özetleyerek not etti. Sonra ellerini önünde kavuşturmuş işini bitirmesini bekleyen, abisi yaşındaki güneş yanığı tenli adama dönüp “Amca” dedi. Der demez pişman oldu düzelterek, “Beyefendi, şimdi şöyle; sizin bu tarla vakti zamanında burada hüküm sürmüş medeniyetlerden birinin mezar alanıymış. Hatta kral mezarıymış. Sizin bu topladığınız taşlar da mezarların taşları işte. Anlayacağınız size gönderilen yazıda da bildirdiğimiz gibi tarihi eser. Yani biraz önce kendiniz itiraf ettiniz ya arkeolojik alanda tahribat yapmışsınız, senelerdir de ekip dikmeye devam etmişsiniz.” Çiftçinin yüzü değişti. “İtiraf” kelimesini sevmemişti. Zaten bir şeyi inkâr ettiği yoktu ki. Bu işin altından nasıl çıkacaklarını bilmiyordu, yetkili sözüne devam etsin diye bir şey söylemedi.

Kültür Bakanlığı yetkilisi, çiftçinin manasız bakışlarını görünce onun söylediklerini anlamadığını düşünüp ses tonunu yükselterek devam etti. “Kime sordunuz da topladınız taşları? Böyle şey mi olur? Bölgenin yanı başı Kapadokya. Hiç mi aklınıza gelmedi bu taşların bir anlamı vardır, boşa konmamıştır buraya! Bir kemik bir şey de gelmedi mi elinize? Herkes her önüne gelen taşı alsın bir kenara atsın, arkadaş bu memleket tabi gelişmez, insanlar tarihin, coğrafyanın kıymetini mi biliyor? Tutturmuşlar bir coğrafya kaderdir! Tabi kader olur, öğrenmezsen, çalışmazsan…” Arabada verdiği kararı unutmuş, hiçbir itiraz gelmediği halde kendi kendine yükselip nutuk çekmeye başlamıştı. Çiftçinin bakışları manasızlıktan şaşkınlığa dönmüştü. Sanki beti benzi de soluyor gibiydi. Biraz ötede gezinip duran şoför kavga çıkıp çıkmadığını kontrol etmek için yaklaşmıştı. Kültür Bakanlığı yetkilisi soluklanmak için durunca, çiftçi ağzını açacak oldu. Yetkili, itiraza pabuç bırakmadı, “Bu araziye el konacak” dedi. “Ankara’dan gelip bakacaklar, kurtarılacak ya da kurtarılmaya değecek bir şey varsa arkeolojik kazı alanı ilan edilecek. Dua edin de bir şeyler kalmış olsun”.        

Derin bir iç çeken çiftçi, tarlasına hem de temizlemek için bu kadar uğraştığı tarlasına el konulacağını duyduğu halde gülümsedi. Yetkili, “Niye sırıtıyor acaba?” diye düşünerek dişlerini sıktı. “Beyim” dedi çiftçi, “Sen bize kızdın ama dedem de babam da ben de okul falan okumadık. Bu taşlar bizim gözümüzde yanlış yerdeydi. Onlar, tarlayı taşıyla ekmeye çalıştılar ben uğraştım didindim temizledim. Onlara da çok kızdım. Bunca yıl birer taş alıp kenara atsalar ben daha az çalışırdım dedim. Şu bana gönderdiğin yazıda yazmışsın. Benim yaptığım suçmuş, onların yaptığı doğruymuş.” Yetkili buraya gelirken çiftçiyle kavga edeceklerine hatta bu işin polislik, mahkemelik olacağına adı gibi emindi. Yanlış anlamıyorsa adam, kuşaklardır ailesinin malı olan tarladan vazgeçmeye dünden razıydı. “Sen konuşurken nasıl çıkacağız bu işin içinden diye düşündüm. Tarlaya el konmasını hak etmişiz beyim. Meğer yıllardır yatır üstünü tarla tutmuşuz. Yatırın ekmeği elbet bir yerden çıkacaktı. Benim babam başkasının malına çökenlere çok kızardı. Emeğim de bugüne kadar yediğimiz ekmeğin bedeli olur inşallah. Gerçi kimse bize demedi bunlar yatır, toplamayın taşları diye. Neyse artık olan olmuş! Hanım telefona mesaj göndermiş, sofra hazırmış, hadi bize gidelim, bu işin gereğini sıcacık tarhana çorbamızı içerken konuşalım” diye bitirdi cümlesini. Kültür Bakanlığı yetkilisinin dili tutulmuştu. Aklından bin tane cümle geçti, “Yatır değil kral mezarı!”, “Sen de haklısın, bir vatandaş ihbar etmese yüzlerce yıllık mezar alanından kimsenin haberi olmamış!”, “Tarhana acılı mı?”… Hiçbirini söyleyemedi. Şoförün şaşkın bakışları altında çiftçiyle kol kola girip arabaya doğru yürüdüler, mis gibi bir sonbahar sabahında mis gibi bir tarhana içeceklerdi. Şoför son anda akıl edip yumuşak tümseklerden atlaya atlaya yetkilinin çantasını alıp arabaya koştu.[1]

Esra Özer Duru, Ankara, 30 Kasım 2024.  

 

 

    



[1] Taşlı Tarla hikâyesine eklediğim fotoğraflardan ilki, Panoramio isimli bir internet sayfasına “mhasras” isimli bir kullanıcının yüklediği Iğdır’ın Harmandöven Köyünden bir tarlanın fotoğrafı.  https://web.archive.org/web/20161029124503/http://www.panoramio.com/photo/92693736

Diğer fotoğraf ise https://unsplash.com/photos/a-plowed-field-is-shown-with-a-zebra-in-the-distance-TR9cC8OLK5M?utm_content=creditShareLink&utm_medium=referral&utm_source=unsplash sitesinden alındı.

06 Aralık 2024

CUMAYA GİTTİM GELECEĞİM

Eskiden mahalle kahvelerine, kadınlar asla yaklaşmaz, önünden bile geçmek istemezlerdi. “Kahvenin önünden geçmişsin” kavgalarını duymuşluğumuz çoktu. Çocukluğumuzda bir komşumuz, işten çıkınca bir türlü eve gelmeyen kocasının “oturduğunu” bildiği kahveye çocuklarını yollayıp babalarını çağırttı diye büyük olay yaşanmıştı. Kahvedeki erkekler ve kahveler için birçok insanın şimdi anlayamayacağı, saçma bulacağı bir dokunulmazlık, korku kültürü geliştirilmişti. Her nasılsa toplumsal hayatta camiler de erkeklere has bir mekân gibi kodlanmış ve korku değilse de bir dokunulmazlık inşası hissediliyor. Gidip bir köşede namazınızı kılsanız kimse size müdahale etmez ama cemaate katılma talebinizin sıkıntıya yol açacağını bilirsiniz. Mesela vakit namazlarında bütün camiyi ısıtmak israf olacağından cami içinde oluşturulmuş ve ısıtılmış küçük odada az miktardaki erkek cemaatin arkasında namaz kılmayı asla düşünemezsiniz. Kadınlar çarşıda, pazarda, ezan okunurken abdestli bir şekilde caminin önünden geçiyor dahi olsalar vakit namazlarını cemaatle kılmak için camiye gitmezler. Namazı eve yetiştirmeye çalışır, evdelerse zaten evde kılarlar. İşin özeti camiye girdiğinizde o mekânda çok hoş karşılanmadığınızı hissettiren birtakım sorunlar var.

Şu anda okuduğunuz yazı, kadınlar ve camilerde yaşadıkları sorunlarla ilgili bir kaçıncı yazı. Genç bir kadınsanız aksayan bir şeylere müdahale etme cesareti bulmak zor olabiliyor. Ama belli bir yaştan sonra nispi bir dokunulmazlık kazanıyor, söz söyleyecek bir alan açmayı ya da tepkilerle baş etmeyi öğreniyorsunuz. Hele ki konu dinin toplumsal yönü ile ilgili olunca bu cesareti gençken kazansak ne güzel olurdu. Bundan hareketle düşündük ki böyle bir alanımız varsa (yoksa da olsun) biz de bunu bir sorunu düzeltmek için sorumluluk almak ve aksayan yönleri göstermek için kullanalım. Bundan sonra bir yazı formatı olarak imkân buldukça farklı bir camide Cuma namazına (vakit namazı da olur) katılıp o caminin kadınlar kısmı hakkında tespitler yapalım, ilgililerin dikkatine sunalım ve aksaklıkların düzeltilmesi konusunda bize yardımcı olmalarını beklediğimizi söyleyelim. (Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş @dibalierbas, Din İşleri Genel Müdürlüğü @dibdhgm, Ankara Müftülüğü @ankaramuftulugu)

Bu format, Hertaraf internet sitesinin izni ve iş birliğiyle camilerde, mescitlerde kadınların varlığının kabullenilmesi, şartlarının düzeltilmesinde rol almak isteyen bütün kadınlara açık olsun. İster notlarını, çektikleri fotoğrafları göndererek isterlerse kendileri birkaç satır kaleme alarak sorunları dile getirsinler, Hertaraf’ın bilgi@hertaraf.com adresine göndersinler. Formatımızda, caminin adı, hangi vakit için cemaate katılındığı, caminin kadınlar tuvaleti/abdesthanesinin şartları, kadınlar kısmının giriş çıkışı (merdiven durumu), aydınlatması, güvende hissedilip edilmeyişi, sıcak/soğuk oluşu, tabure, asansör vs. bulunup bulunmayışı, akustiği, hutbenin anlaşılır şekilde duyulup duyulmadığı, imam/müezzin ve cemaatin kadın cemaate yaklaşımı, kadınlar kısmında elektrik süpürgesi, artık halı ruloları tutulup tutulmadığı gibi tespitler bulunsun. Şikâyet etmekten sıkıldık, bu konu artık tarih olsun, kadınların çözdüğü sorunlardan biri olarak geçmişte kalsın.     

İlk değerlendirme: Ahmet Hamdi Akseki Camii

Cami, Ankara’da son yıllarda inşa edilmiş en büyük ve projesine en çok emek verilmiş camilerden biri. Aydınlık, ferah. Mihrabı, minberi, kubbesi, hat ve süslemeleri sanat eseri. Camiye erişim sıkıntısını ortadan kaldırmak için aşağı yukarı her şey düşünülmüş. Geniş merdivenleri, bir değil birkaç asansörü var. Asansörler abdesthanelerden kadınlar mahfiline kadar her yere kolayca ulaşmayı sağlıyor. Tuvaletler çok sayıda, tertemiz ve ferah. Yalnız artık günlük hayatın bir gerekliliği olan alafranga tuvalet sayısı çok az. Camiye girdiğimizde kadınlar mahfilinin yön tabelasını göremedik, sormak zorunda kaldık. Girişteki ayakkabılıkta yer kalmamıştı. Yukarıda kadınlar kısmında ayakkabılık olduğuna dair bir bilgi tabelası da mevcut değildi. Çantamızdaki poşetlere güvenerek ayakkabılarımız elimizde olduğu halde yukarı çıktık. Cuma vakti erkek cemaatin fazlalığı nedeniyle üst katın büyük bir kısmı yine erkeklere tahsis edilmişti. Kadınlar kısmından caminin mihrabını, minberini, kubbesini, hatlarını ve süslemelerini görebilmemiz gayet güzel bir özellik olarak kayda geçti. Kadınlar kısmında bizim bulunduğumuz alanda hiç tabure kalmamış, dizlerinde sağlık sorunları olan kadınlar rahlelere vs. oturmaya çalışıyorlardı. Bu yüzden namaza birlikte gittiğimiz annem, hutbeyi ayakta dinlemek zorunda kaldı. Ses sistemlerinin genel bir sorunu mu var yoksa zaten akustik olan mekânda mikrofon yankı mı yapıyor bilemediğimiz şekilde hutbe anlaşılmıyordu. Kadın cemaatin, varlığının yadırgandığını hissedeceği herhangi bir olumsuzluk yoktu. 

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-cumaya-gittim-gelecegim-4389 

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2024.


03 Kasım 2024

GAZZE’NİN KELİMELERİ

(İsrail’in Gazze’de anlamını değiştirdiği kelimeler üzerine alfabetik olmayan bir sözlük denemesi)

UN: Yıllardan beri İsrail’in haklarını korumak için kurulmuş gibi duran, kifayetsizliğiyle ezilen ülkeleri öfkelendiren ancak İsrail edepsizliği karşısında onun bile hakkını savunmanın bize düştüğü uluslararası organizasyon.

UNRWA: Pek bir işlevi yokmuş gibi görünen ama İsrail hedefe koyup faaliyetlerini imkânsız hale getirince aslında Gazze’de epey yük kaldırdığı anlaşılan UN organizasyonu.

Holokost: Yahudilerin geçmişte mağduru, İsrail’in şimdide zalimi olduğu; bir halkı yok etmek için uygulanmış ve yeniden uygulanmakta olan soykırım yöntemi.

Kendini Savunma Hakkı: Sürekli, yoldan çıkmış bir şekilde etrafına saldıran İsrail’in bu çirkef eylemleri yaparken sahip olduğunu iddia ettiği hak.

Yerleşim: İsrail’in, Filistin topraklarını işgal ederken kullandığı ahlaksız yöntem.

Yerleşimci: Bir Filistinlinin evine, toprağına yıllardan beri çirkef biçimde el koyan siyonistlerin arsızlıklarını örten sıfat.

Kınama: Birçok dünya ülkesinin BM toplantılarında hiçbir yaptırımı olmadığı halde veto ettiği, en hafif eleştiri biçimi. Aynı zamanda İsrail’in, yaptığı akıl almaz zulümlere rağmen; insanlar, ülkeler tarafından hala desteklenip desteklenmediğini anlamak için ileri sürdüğü şantaj kartı.

Yer Değiştirme: (Sürgün etme fiili için ne kadar da nazik bir tabir değil mi?) İsrail’in Gazzelileri, burada değil de şurada öldürmek için kendi kendine oynadığı çirkin, acımasız, şerefsiz oyun.

Güvenli Bölge: Yer değiştirmeler sırasında İsrail’in saldırmayacağını, oraya gidenlerin güvende olacağını iddia ederek toplanma sağlamak ve katliam yapmak için söylediği yalan. 

Okul: İsrail hepsini yıktığı için çadırlarda drone gürültüleri ve ölüm tehdidi altında gönüllü öğretmenler tarafından çocukları hayata bağlayabilmek için kurulmaya çalışılan eğitim yeri.

Mezun: Gazze’deki okulların, hiçbir seviyesinden bir yıldır veremediği okul bitirme durumu.

Çocuk Felci: Çocukları bizzat öldürmek isteyen İsrail’in aşı kampanyasını kabul ettiği, korkunç hayat şartları nedeniyle ortaya çıkan ve yayılan bulaşıcı bir hastalık.

Aşı: İsrail’in; küvözlerde, sokaklarda, sığındıkları BM binalarında, mülteci kamplarında, camilerde, kiliselerde, sokaklarda, yardım sıralarında her gün onlarca çocuğu öldürürken, kudurgunluğuna, nedeni anlaşılamayan üç günlük ara vermesine sebep olan yaygın bir hastalık önleme uygulaması.

Karpuz: İsrail’in sadece insanları, hayvanları değil doğayı da düşman bellediğinin kanıtı, direnişin sembolü haline gelen bir meyve.

Zeytin: Gazzeliler yiyemesin, üretemesin diye İsrail’in Filistin’i yok ederken yüzlercesini katlettiği barışın sembolü, kadim bir ağaç.

Zahter: İsrail’in Filistinlilerin temel baharatlarından olduğu için toplanmasını yasakladığı, bulunmasını zorlaştırdığı, Filistin’le özdeşleşmiş bir çeşit dağ kekiği.

Meyve: Bütün çocukların yemeyi çok sevdiği, Gazze’dekilerin bir yıldır bulamadığı yiyecek. Dedesinin “ruhunun ruhu” Rim’in ya da İsrail’den kaçmaya çalıştıkları arabada yardım beklerken İsrailli katiller tarafından katledilen Hind Recep’in inci beyazı küçük dişlerinin iz bırakamayacağı elma da bir meyve.

Ekmek (KHubz): İsrail’in yıktığı Gazze’de, üretimi yapılamayan, yardım kuruluşları tarafından dağıtılmaya çalışılırken sıradaki insanlara ateş açılması nedeniyle kana bulanan temel gıda maddesi.

Açlık: Hz. Ömer’in halifeliği döneminde, yaşlı bir kadının torunlarına taş kaynattığını görüp kendisini sorgulamasına sebep olan, Gazze’de küçücük çocuklar bir lokma ekmek için gözyaşı dökerken, metrelerce yürümek zorunda kalırken, saatlerce sıra beklerken İslam ülkelerinin çözüm üretmediği bir yokluk hali.

Ambulans: Trafikteki geçiş önceliğine benzer şekilde İsrail’in bombalamalarında hedef önceliği olan, saldırılardan yaralı kurtulanların hastane yolunda İsrail ordusu tarafından içinde öldürüldüğü araç.

Hastane: Gönüllü birkaç doktorun çeşit çeşit dram ve imkânsızlık içinde, bazılarının kendi yakınlarını ölü ve yaralılar arasında bulduğu halde sağlık hizmeti vermeye çalıştığı, İsrail nezdinde hiçbir dokunulmazlığı olmayan sağlık kuruluşu.

Küvöz: Bir nedenle erken doğmuş bebeklere hastane ortamında anne karnı güvenliğini sunması için tasarlanan ancak İsrail’in enerjisini kestiği, konumlandırıldıkları hastaneleri bombaladığı için mezar olan tıbbi alet.   

Şok: Gazzelilerin normal hayata dönemedikleri için atlatamadıkları, hayat tarzı olarak bir yıldır içinde bulundukları duygu durumu.

Ölüm: Gazzelilerin bir kurtuluş olarak Allah’tan diledikleri dünya hayatının son bulması hali.

Boykot: Gazze’nin hatırına yapılabilecek en hafif, en küçük kişisel eylemken birçok insanın dikkate almaya, hatırlamaya dahi üşendiği tavır.

Ticaret: İsrail’le yapılmasına bir türlü engel olunamayan aşağı yukarı bütün İslam ülkelerinin dünya imtihanı.

Cesaret: İslam ümmetinin uzun yıllardır ara ara bulup hemen kaybettiği, Filistinlilerin ve Gazzelilerin sadece İslam ülkelerine değil, dünya halklarına hatırlattığı duygu.

Filistin Kefiyesi: Bütün dünyada direnişin, onurun, cesaretin deseni, rengi, sembolü, bayrağı.

https://www.hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-gazze-nin-kelimeleri-4360 

Esra Özer Duru, Ankara, 2.11.2024 

11 Ekim 2024

SOLUK

Bir sonbahar günüydü

Geride kaldı hayat

Bir kaldırım taşına sırtını yaslayınca

Soluverdi ardında...


Esra Özer Duru, Ankara, 11 Ekim 2024





27 Eylül 2024

CAMİSİZ KADINLAR, KADINSIZ CAMİLER

Hayırlı Cumalar!

Camiye her gittiğimizde yeni bir anımız oluyor ne yazık ki! Hepimizin en rahat hissetmesi gereken yerde, kadınların rahat edememesi ve bu yönde anılar biriktirmesi üzücü! Halbuki erkekler camide oldukça rahatlar, orası birçok mekân gibi onların mekânı. Camilerde var olmaya, camiyi hayatının içine almaya çalışan kadınlarsa sürekli olumsuz karşılaşmalar yaşıyor ve neredeyse tamamen geri çekilmiş durumda. Bu konuyu mutlaka çözmeliyiz[1] çünkü camilerin günlük hayatımızdaki yeri gittikçe azalıyor, cami cemaatinin yaş ortalaması artıyor ve cinsiyet profili de büyük oranda erkeklerden oluşuyor.

Annemle her hafta Cuma namazına gitmeye çalışıyoruz. Her Cuma ayrı bir camiye gitmek mümkün olmuyor ama kendi mahallemizin camisinde bile her hafta bir anı yapabiliyoruz. Mesela yaz boyu 40 derecenin üstünde sıcakta, camları açılmayan, kliması çalışmayan, yarısının erkeklere paravanla tahsis edildiği bir kadınlar kısmında Cuma namazlarımızı eda etmeye çalıştık. Başlarda farklı katlarda olmamıza rağmen bizimle aynı hizada namaz kılmamak için bize geri çekilmemizi söyleyen erkekler; şimdi paravanla ayrılmış da olsa aynı safta namaza duruyorlar. Alt kat bile dolmazken kadınlar kısmının yarısı neden erkeklere tahsis edildi anlamak zor.    

Sorun sosyolojik

Kısa bir internet taramasında dahi kadınların, camilerdeki varlıklarını kabul ettirebilmek ve rahat hissedebilmek yolunda mücadele verdiğini görüyoruz. Covid salgınından önce İstanbul’da Kadınlar Camide isimli bir hareket başlatıldı. Kadınlar sosyal medyadan, her hafta belli bir camide Cuma namazına katılmak için sözleşip hem namazlarını kılıyor hem de o caminin kadınlar kısmı ya da o camide kadınlara yönelik muamele ile ilgili tespitler yapıyorlardı. Araya salgın girince hareket sekteye uğradı. KADEM de bir süre önce başlattığı “Camiler Hepimizin” projesi kapsamında 17 camide, camilerin fiziksel şartlarını, erişilebilirliğini ve etkinlik alanlarındaki durumları tespit ettiği bir saha çalışması yaptı. Sonuç çalıştayında[2], kadınların camilerde yaşadığı fiziksel sorunlar, fırsat eşitliğini ihlal eden uygulamalar, kadınları ve çocukları camiden uzaklaştıran zihinsel kodlar başta olmak üzere pek çok sorun ve çözüm önerileri tartışıldı, bunların kaynağının dini değil sosyolojik temelli olduğuna dikkat çekildi. 

Kadınların camilere gelmeyişinin en önemli sebebi, yıllardır inşa edilen toplumsal yargılar. Anlaşılan, bu yargıları içselleştiren kadınlar, zaman içerisinde camilere gelmeyi denemekten vazgeçmiş, ibadetlerini evde yapmayı tercih eder hale gelmiş. Geçen Kurban Bayramında Gazze’de savaş şartlarında Gazzeli kadınların erkeklerle birlikte bayram namazı kıldığı görüntüler düştü önümüze. Buna bakıldığında ülkemizde kadınların öğrenilmiş bir çaresizlik durumu olduğu, camide istenmeyişlerinden deyim yerindeyse zamanla bazı “yan kazançlar” elde ettiği akla geliyor. Ezan okunmadan işi gücü bırakıp namaza hazırlanmak ve en yakın camiye gitmek, kadınlara yüklenen günlük sorumluluklar açısından kolay organize edilebilecek bir durum değil. Dahası o hafta Cuma vaktinde erkek cemaatin artması nedeniyle kadınlar kısmının erkeklere tahsis edilme ihtimali de durumu pek parlak kılmıyor. Halbuki Gazze örneğinde ya da hac ve umrede gördüğümüz kadarıyla kadınlar vakit namazlarına iştirak ediyor ve bu durumdan mutlu oluyorlar.

Cuma namazının kadınlara farz olup olmadığı, kadınların namazı evde kılmalarının cemaatle namaz kılmalarından daha efdal olduğu gibi tartışmalar bu yazının zaten kapsamı dışında. Çünkü muhtelif kaynaklarda herkes kendi düşüncesine mesnet teşkil edebilecek yorumu bulabiliyor. Diğer yandan bazıları kadınların haklarını talep ettikleri her alanda bir mevzi kaybetme hüznü yaşıyor. Yani bu konuda değişim sağlayabilmek ancak yeni bir zihniyet inşa edebilmekle mümkün. O nedenle camide bulunmak, ibadet etmek isteyen kadınlarla ilgili durumu tespit etmek beklenen sonuç açısından daha verimli olabilir.

Kadınlar camilerde neden rahat değil?

Camilerde kadınlara ayrılan alanlar genellikle fiziksel açıdan yeterli değil. Hatta bazı camilere kadınların yeri olduğunu varsayarak gitmek riskli. Çünkü erkek cemaatin sayısında artış olursa önce de söylediğimiz gibi kadınlar kısmı erkeklere tahsis edilebilir yani kadınların elinden gidebilir. Bu durumda namazınızı tuhaf gecekondumsu bölümlerde kılmak zorunda kalırsınız. Kadınlar kısmı; caminin tamamen dışında alet edevat koymak için inşa edilmiş küçük bir odaysa ya da caminin içinde ama mahzen gibi alt kattaysa genellikle havasız, ışıksız, küçük, kokulu, çok soğuk ya da çok sıcak. Üst kattaysa erişimi zor veya zorlaştırılmış olabilir. Kadınlar kısmına gitmek için erkek cemaatin arasından geçerken dahi işaretçi amcalar geçişinize sabredemeyebilir.  

Camiye sürekli giden nüfusun yaş ortalaması maalesef oldukça yüksek. Bu insanların bir kısmı namaza ayakta başlayıp oturarak devam ediyor. Dolayısıyla merdiven çıkmakta zorlanıyorlar. Ancak kadınlar kısmının üst katta olduğu pek çok camide asansör bulunmuyor. Buna ek olarak kadınlar kısmında namazı oturarak kılmak için tabure de bırakılmıyor çünkü tabureler erkeklere daha çok lazım oluyor(!).  

Kadın abdesthaneleri hem temizlik hem de erişim bakımından oldukça sıkıntılı. Kadınların çoğunun camiye abdestli gelmesi ve abdestinin sıkışmaması için dua ediyor olması kuvvetle muhtemel. Ezan okunacağında en yakın camide abdest alıp cemaate katılmak imkânsıza yakın bir durum. Hele çocuklarla camiye gelmek en akıldışı işler listesinde üst sıralarda.

Kadınların camilerde yaşadıkları zorlukları çözebilecekleri halde bazı imam ve müezzinlerin gereken adımları atmaması başka bir üzücü durum. Camilerin birincil sorumlusu onlar ve isterlerse cemaati yönlendirebilecekleri gibi birtakım teknik sorunları ortadan kaldırabilirler. Camilerde çocuk ve kadınların daha çok bulunması ve daha fazla zaman geçirmesi onlara temizlik, güvenlik ve düzen bakımından birçok ek sorumluluk getirebilir, bu da onları çözümün parçası olmaktan alıkoyuyor olabilir.

Aslında Ankara’daki Ahmet Hamdi Akseki Camii gibi yeni ve büyük camilerde sayılan sorunlarla neredeyse hiç karşılaşılmıyor. Bu da yetkililerin çözümleri bildiğini ve gerekli adımların atılması halinde sorunların çözülebileceğini gösteriyor. Belki de ilk olarak kadınlara konulan bazı kısıtlamaların “bir hak mahrumiyeti olarak değil, onların iyiliği için” olduğu takdiminden vazgeçilmesi gerekiyor. Çünkü ibadetini camide yapmak ya da camide zaman geçirmek isteyen bir kadını bundan alıkoymanın iyi niyetlerle izahı mümkün görünmüyor. Kadınların camilerde yaşadığı sıkıntıların genel durum olmaktan çıkarılıp istisna kılınması zorunluluk arz ediyor. Sadece Cuma namazlarında değil, vakit ve bayram namazlarında da kadınların camideki varlığına alışılması, herkesin birbirine uygun, birbirinin varlığının bilincinde ve varlığına saygılı davranmayı öğrenmesi icap ediyor. Bunun çözümü de akıl vermekten değil, kadınlara camilerde erkek cemaatin sahip olduğu şartları sağlayabilmekten geçiyor.
Esra Özer Duru, Ankara, 26 Eylül 2024.

21 Eylül 2024

EL YAZISINDAKİ E

I-

Epeydir banyonun sert zemininde yatıyordu. Bedeni el yazısındaki E harfi gibi tuhaf bir şekil almıştı. Başı biraz geriye yaslı, yüzü yukarı dönük duruyor, bedeniyle bacakları tuhaf birer kavis yapıyordu. Yüksekten düşmüş olmalıydı. Ne kadar zamandır burada yattığını kestirmesi mümkün değildi. Bedeninin uyuşukluğuna ve hareketsizliğine bakılırsa birkaç saatten daha uzun süredir burada olmalıydı. Hiç acı duymuyor ama hiçbir yerini hareket ettiremiyordu. Sırtıyla bacaklarının aynı eksende durmadığı hissi içini bulandırdı. Acaba omurgası hasar görmüş, felç falan mı olmuştu? Ellerini, ayaklarını, en azından parmaklarını hareket ettirmeye çalıştı. Bana mısın demediler? Hiçbirinde en ufak hareket yoktu.

Yukarıdan bakıldığında yattığı yer, -nedense- bir suç mahalli izlenimi uyandırıyor olmalıydı. Çünkü başkaları gibi sıradan bir şekilde düşemez, düştüğü yer sıradan bir manzara arz edemezdi. Düşerken -tabi düştüyse, bir yerlere çarpmış olabilir miydi? Neden düşmüştü? Gözü falan kararmış, hareket etmeye çalışırken ayağı bir yere takılmış, tökezlemiş miydi? Belki biri arkasından başına vurmuş ya da onu itmişti. Gerçi neden biri böyle bir şey yapsındı bilmiyordu. Böyle bir hareket ancak düşmanlıkla açıklanabilirdi. Düşmanı var mıydı ki acaba? Herkesin düşmanı olabilirdi de arkadan yaklaşıp başına vuracak, onu bir yerden itecek daha önemlisi ölümünü isteyecek kadar kimin düşmanlığını çekmiş olabilirdi üstüne?

Hayatında düşmanlar kazanmamak için elinden geleni yapmış, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmamaya gayret etmişti. Dost neyse de düşman; kazanmayı isteyeceği en son şeydi. İşine gücüne bakar, yanlışa yanlış, doğruya doğru demezdi. Kimsenin tepkisini çekmemek için bugüne kadar neredeyse hiçbir konuda fikrini açık etmemiş, hele inandıklarını savunması gerekecek ortamlarda bir kelime dahi ettiğini duyan olmamıştı. Kavga çıkmasın diye tuttuğu takımı bile söylemez, futbol muhabbeti açıldığında sessizce dinlerdi. Biraz üstüne gelen olsa insanların hayatı kendilerine ne kadar zorlaştırdıklarından dem vurup boş vermenin önemini anlatırdı. Kimseye yer vermesi gerekmesin diye otobüste en arkaya yürür, minibüste uyuyor numarası yapardı. Sırf şoförlerle, yolcularla tartışmaya girmemek, önünde duran insanlardan izin istemeyip muhatap olmamak için kendi durağında inemediği bile olurdu. Öğrenciyken yüz alması gereken kâğıtlara verilen düşük notlara bile kibrinden itiraz etmemişti. Değerinin kendiliğinden anlaşılmasını bekliyordu. Böyle tuhaf biriydi işte. Varlığı, yokluğu; yeryüzü ve insanlık alemi için hiçbir fark teşkil etmese de kendini pek değerli bulurdu. Bir şeyi düzeltmek için zahmete girmek, terlemek, üzülmek, konuşmak, dilekçe falan yazmak onun işi değildi. Kendini hiçbir şeyle üzemez, yoramaz, incitemezdi. İkram gelecekse, varoluşuyla hak ettiği için gelivermeliydi. Ha yine kimse onu aksaklıklardan şikâyet etmekten alıkoyamazdı. Her şey başkalarının suçuydu, neden düzeltmek için bir şey yapmıyorlardı? Tabi bu kadar kamufle olmanın, hiçbir şekilde rengini belli etmemenin yan etkisi yalnızlık olmuştu. Halbuki kendisine benzeyenler vardı, en azından onların dostluğunu kazanacağını sanmıştı, öyle olmadı.  

Yattığı yerde yüzüne banyo kapısının altından gelen hafif esinti vuruyordu. Canlılığını korumasını bu esinti sağlıyordu. Bedenindeki tek hayat emaresi belli belirsiz nefes alıp verişiydi. Hani o nefes almıyor da nefes ona geliyordu sanki, tıpkı hayattaki duruşunun gerektirdiği gibi. Bu sefer işler kötü, durum, hayat memat meselesiydi. Başının tuhaf, geriye yaslı duruşunun sebebi içgüdüsel olarak hava akımını yakalama ihtiyacı olabilirdi. Birinin gelmesini ve kendisini fark etmesini beklemekten başka çare yoktu. Biri mutlaka gelirdi. Burada böylece ölmesine izin vermezlerdi, veremezlerdi. Bugüne kadar kimse için “orada” olmamıştı ama şimdi birinin gelip kendisini kurtarmasını umuyordu.

II-

Banyoya dişlerini fırçalamak için girdi. Fırçasına macundan bir miktar sıkarken aklında dünya kadar mesele vardı. Bu macun ne kadar sürülüyordu fırçaya? Mercimek kadar mı, nohut kadar mı? Tam iki dakika mı? Dipten uca mı, sağdan sola mı? Neyse neydi? Fırçayı ağzına soktu ve dişlerini fırçalamaya başladı. Ferah köpük ağzına yayılmaya başlayınca süre meselesi yeniden geldi aklına. İki dakika bazen çok kısaydı da diş fırçalarken uzun geliyordu nedense? Yukarıdan aşağı, içten dışa, dıştan içe, sağdan sola, soldan sağa, aşağıdan yukarı… Bu havluları değiştirmek lazım. Tuvalet kâğıdının yedeğini getirmek gerek. Şu kremlerin son kullanma tarihlerine bakılsa keşke. Bu diş fırçasını yenileme zamanı gelmiş midir? Onlar fırça tüketimini arttırmak için firmaların uydurduğu şeyler… Midir? Klozetin dibi yine kireç bağlamış onu bir ovmak lazım. Bu eskiyen fırçayla… Yok artık! Bas çamaşır suyunu! Bak nasıl temizleniyor! Ama çamaşır suyu herkese, her şeye zarar. Ne yazıyordu çamaşır suyunun üstünde? Sucul canlılar için ölümcül olabilirmiş? Sucul canlı nedir? Hepimiz sudan yaratılmamış mıydık? Öyleyse bu çamaşır suyu sucullar için ölümcül de karacıllar için ölümcül değil mi? Sucullar ölüyorsa karacıllar nasıl sağ kalır ki? Birileri ölürken birileri “sağ” kalabilir mi? Kalsa ona sağ denebilir mi? Karacıl canlılar karada mı yaşar? Kara ne zaman görünür? Kara görünmezse sudakiler ne yapar? Daha ne kadar yüzebilirler? Yorulmazlar mı, pes etmek istemezler mi? Sudakilere bir el uzatmayan bundan sonra kendine ne der? Nasıl nefes alır, adını ne koyar?

Ağzının içi köpüklü tükürük dolmuştu. Tükürüklü macun sıvısı dudağının kenarından akmaya başlayınca midesi bulandı. Öğürerek lavaboya tükürdü. Tükürüğü kanlıydı. Fırçayı ağzında birkaç kere daha gezdirdi, iki dakika dolmuştur herhalde diye düşünerek suya tutup yerine koydu. Ağzını çalkalayıp lavaboya birkaç kez daha tükürdü. Ellerini, değiştirmeye karar verdiği havluyla kurularken yerde temizlikten kalmış tuhaf şekilli bir toz iplikçiği fark etti. Ne garip! Tozun şekli el yazısıyla yazılmış E harfini hatırlatıyordu. Eğilirken bazı insanların hayattaki duruşunun bu iplikçiğe benzediğini düşündü. Böyleleri mesela sadece sucul canlıları değil, hiçbir canlıyı önemsemezdi. Hayatta hiçbir şeyi düzeltmek için bir çabaya girmez, her türlü ayrıcalığı, ikramı doğal olarak hak ettiklerini düşünürlerdi. Eğilip nemli parmaklarıyla aldı onu ve klozete bıraktı. Havlular birkaç gün daha idare ederdi ama tuvalet kâğıdını yedeklese iyi olurdu. Banyodan çıkıp ışığı kapattı. 

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-el-yazisindaki-e-4311

Esra Özer Duru, Ankara, 4 Eylül 2024.

12 Eylül 2024

SEVGİLİ AYŞENUR MÜSAADEN OLURSA…

İsrail, yıllardır Filistin’i, Gazze’yi ölümle soldurmaya çalışıyor. Neredeyse bir yılını dolduran bugüne kadarkilerin en ağır Gazze’yi yok etme harekâtı; kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı demeden bütün çiçekleri eziyor, solduruyor. Her gün onlarca ölüme şahit oluyoruz. Aileler, insanlar parçalanıyor; çocuklar annesiz babasız, anne babalar çocuksuz kalıyor. Gazze’de en az bir uzvunu kaybeden yüzlerce insan var. Sadece insanlar değil; mahalleler, sokaklar, hayvanlar, doğa da İsrail’in merhametsiz, kuralsız, insanlıktan uzak bombardımanlarıyla can veriyor. Camiler, kiliseler, hastaneler, okullar, yardım kuruluşları, zeytin bahçeleri… hepsi soluyor. Ama Gazze ve Filistin, kadim Filistin topraklarına defnettiği her bir evladıyla dünyayı diriltiyor. İşte Ayşenur Ezgi de o evlatlardan biri. Dünyanın dirilişinin bedeli bu kadar ağır olmasaydı keşke…

Ayşenur Ezgi Eygi, daha küçükken ailesiyle birlikte ABD’ye yerleşti. Şimdilerde birçok insanın düşlediği “Amerikan rüyası” ebeveyni tarafından sağlandı ona. Seçkin bir üniversiteden mezun oldu, çift anadal yaptı. Yaşadığı hayat itibarıyla İsrail kurşununa hedef olması çok düşük ihtimaldi. Hani mezuniyet törenlerinde diplomasını almaya Filistin bayrağıyla, kefiyeyle çıktığı için alkışladığımız gençler var ya Ayşenur onlardan biriydi. Daha 26 yaşındaydı, hayatının baharındaydı.

Birçok insanın kaybetmekten korktuğu imkânları kenara itti ve seçimini insanlıktan yana yaptı. Vatandaşlığına sahip olduğu ABD’nin baş sponsorluğunda İsrail’in bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün zalimleri geride bırakan zulümlerini protesto etmek için Filistin’e gelerek tamamen sivil bir eylemde bulundu. Rachel Corrie gibi Uluslararası Dayanışma Hareketi’nin (ISM) mensubuydu. Rachel, bundan tam 21 yıl önce İsrail buldozeri tarafından ezilerek katledilirken Ayşenur’u oturduğu zeytin ağacının altında, başına nişan alan bir İsrail keskin nişancısı öldürdü. Keskin nişancı mutluluktan yerinde zıpladı. Son 21 yılında İsrail’in zalimliğinden hiçbir şey kaybetmemesini kutladı. Corrie’nin ailesi, ABD’de ve İsrail’de açtıkları davaları kaybetti çünkü “Corrie tehlikeden kaçınabilirdi”. Ayşenur da Rachel gibi kalbinin sesini dinlemiş Filistin’e gitmişti. İstese o da ölümden kaçınabilirdi. Halbuki Filistin’de ölümden kaçınılabilir ama kaçılamaz! Ayağında pembe patenleri olan çocuklar bile vurulurken… Filistin’de yaşamanın tabiatı böyle. Ayşenur’un ölümünü farklı kılan, “beyazlar”ın yüksek standartlarında yaşarken insanlık onuru daha fazla ayaklar altına alınmasın diye yaptığı seçim! 

Sevgili Ayşenur, sen bizim Doğu’ya dair kaybetmeye başladığımız inancımızı tazeliyorsun. Sen insanlığımızın oraya buraya sapa sapa ama eninde sonunda menzile doğru ilerleyen yolculuğunun sembolüsün. Sen insanın, içine doğarak değil, seçerek de doğruyu bulabileceğinin en güzel göstergesisin. Sen insanın içindeki “doğu”nun o batıda da yetişse eninde sonunda açığa çıktığının ve güneşi doğurmaya muktedir olduğunun ispatısın. Sen, başka başka mıknatıslar yüzünden doğusunu batısını şaşıran kalplerin doğruyu gösteren sağlam pusulasısın. Eğer iznin olursa arkandan hiç olmazsa bir gıyabi cenaze namazı kılalım. Sen kalbindeki doğudan güneşi doğurarak Rabbine giderken biz senin bu kutlu yolculuğuna yüreklerimizden mahcup bir dua bırakalım.

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-sevgili-aysenur-musaaden-olursa-4302

Esra Özer Duru, Ankara, 11 Eylül 2024. 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!