19 Ağustos 2021
BASRİ GÖRÜR NE ZAMAN GÖRÜR 1?
19 Haziran 2021
SEN UNUTSAN…
“Sis,
bir efsun gibi koca şehri enlemesine bölüyordu” diye başlasa hikâye… Sisin efsun
olduğunu sen unuttun, sis unutmadı.
Bir zamanlar bu şehrin neresinde duruyorduk, şimdi neresindeyiz? Sen unuttun, şehir unutmadı.
Kulakların eskiden hangi ezgilere alışıktı, şimdi neler duyuyor? Sen unuttun, kulakların unutmadı.
Konuştuklarınız bir kış günü ağızlarınızdan çıkan buharda mı saklı? Yoksa gözlerinizde mi? Buhar unuttu, gözlerin unutmadı.
Çok düştünüz bu şehrin sokaklarında, dizleriniz kanadı. Sokaklar unuttu, dizlerin unutmadı.
Sonbahar yapraklarını az ezmediniz Kurtuluş Parkı’nda. Park unuttu, ayaklarınız unutmadı.
Bir yarayı, başka bir yarayla çok sardınız beraber. Ellerin unuttu, kalbin unutmadı.
Yara, yarayla kapanmaz diye düşündün. Sen unuttun, yaran unutmadı.
Bu eşyalar, bu oda sana hep eskiye dair bir şeyler hatırlatıyordu. Sen unuttun, oda unutmadı.
Çocukken ya da gençken yaşadığın şeyleri “unuttum” sanıyorsun. Aslında hepsi hafızana, vücuduna kazınıyor. Seslerin bir gün atmosferden bize geri döneceğini düşünmek gibi, “unuttum” sandığın her şeyi bir gün hatırlayacaksın.
Hani insanın bedeninde yaşlandıkça ağrılar oluyor ya, aslında onların hepsi eskiye dayanıyor. Sık sık belin ağrıyor ya sen ağaçta sallanırken biri gelip seni hızlandırmıştı da düşmüştün. Sen unuttun, belin unutmadı.
Bazen dizlerin ağrıyor ya çocukken ne çok düşerdin. Sen unuttun, dizlerin unutmadı.
Ellerin titriyor ara sıra. Geçmişte bir telefonu kapatırken ellerin bir de sesin titremişti. Sen unuttun, ellerin unutmadı.
Hep aynı şarkıyı dinlerken gözlerin doluyor, şimdi bir başına dinlerken bile. Çünkü sen unuttun, gözlerin unutmadı.
Kalemi eline her aldığında aynı hikâyeye başlıyorsun. Sen unuttun, parmakların unutmadı.
Bir sonbahar günü saçlarının arasından rüzgârlar geçmişti. Sen unuttun, saçların unutmadı.
Yüksekteki şeyleri almak için parmak uçlarında yükselemiyorsun ya…. Bir kere uzanmayı denemiştin… Sen unuttun, parmakların unutmadı.
Soğuk günlerde ellerin çatlar, kanardı. Annen vazelin sürerdi. Sen unuttun, annen unutmadı.
Babanın omuzlarına binip, bakkala kaymaklı bisküvi almaya giderdin. Sen unuttun, babanın omuzları unutmadı.
Dişçiye gittiğiniz bir gün, senin dişin çekileceği halde teyzenin kızı çok ağlamıştı. Sen unuttun, onun gözleri unutmadı.
Ağlaya ağlaya, koşarak gelip bahçedeki kiraz ağacına sarılmıştın. Sonra da sırtını ona yaslayıp sakinleşmeye çalışmıştın. Sırtın unuttu, ağaç unutmadı.
Bir bayram günü çorabım yok diye kapris yapıp bayram ziyaretine gitmemiştin. Evde yalnız kalınca da kendine kızarak ağlamıştın. Sen unuttun, çorapların unutmadı.
Esra Özer Duru, Ankara, Ocak 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.
13 Haziran 2021
BİR AVUÇ ÇEKİRDEK
Bir varmış, ondan gayrısı yokmuş. Çok uzak olmayan topraklarda hatta burada, bir hikâye yaşanmış zamanında. Zaman ki ölümün silahı daha çokmuş, ortalama insan ömrü en fazla kırkbuçukmuş. İnsanlar dedelerini ebelerini değil, analarını babalarını bile görmezmiş bazen. Ölüm o zamanlar, sıtma, dizanteri, kızamık, çiçek, difteri, kıtlık, yokluk diye gelirmiş. Adı değişikmiş ama izlediği yol aynıymış. Askere gidenden beş yıl umut kesilir, gurbete gidenden bir daha haber beklenmezmiş. Gelinler sadece kocalarından değil, kayınbabalarından, kayınvalidelerinden hatta kayınbiraderlerinden dayak yermiş (aslında buna bakınca pek bir şey değişmemiş). O yıllar miladi takvimde Birinci Dünya Savaşına, Kurtuluş Savaşına denk gelirmiş. Düşman ve savaş oralara girmemiş ama savaşın sefaleti, yoksulluğu insanların içlerine, tenlerine işlemiş.
Bu hikâye, buralarda büyüyen çocuklar için çok yabancı değilmiş. Çünkü buralarda, ne Zoro gelir ağanın yüzüne Z çizermiş ne Candy Antonhy’yi severmiş ne Heidi gibi dağlarda huzur içinde Peter’le gezermiş. Öyle değilmiş işte! Buraların Heidileri “analık” elinde büyür, gün doğmadan tarlaya gider, analığın hışmına uğrayınca aç acına uyurmuş. Bu hikâyenin kahramanlarının adı Candy, Heidi, Peter değil Ayşe ile Abdurrahman’mış.
Üç kardeşten ikisi Ayşe ile Abdurrahman’ın babaları varlıklıymış. Sevilir sayılırmış yaşadıkları yerde. Bir şatoları, boy boy atları, katları, yatları yokmuş ama itibarları çokmuş. Ayşe ile Abdurrahman kardeş kardeş oynar, gezermiş. Çocukmuşlar, dünyadan habersizmişler, onun için de mutluymuşlar, bir daha olamayacakları kadar… Henüz ihraç malı olmayan kayısılarından istedikleri kadar yer, çekirdeklerini kırıp kuruyemiş yaparlarmış.
Bir gün savaş onların hayatlarına da değmiş, dokunmuş. Babaları askere gitmiş o zamanların en ünlü cephesi Yemen’e mi, nereye? Yaşasaydı bu hikâyenin kahramanı Ayşe bilirdi. Yıllarca babadan haber alamamışlar. Köy yeri işte, tarla tapan, çocuklar fark etmeden zaman geçmiş. Bir gün iki kardeş evlerinin önünde oynarken esmer, kara kuru bir adamın geldiğini görmüşler. Adamdan korkmuşlar. İki kafadar yerden topladıkları taşları adamın kafasına, gözüne atmışlar. Adam ne kadar konuşmak istese de dinlememişler, anneleri evden çıkıp yetişene kadar taş yağmuru devam etmiş. Çocukların hırsız sanıp taşladıkları adam, meğer aylardır yolunu gözledikleri babalarıymış.Analığın gelişi Ayşe ile Abdurrahman’ın hayatına ikinci bir
darbe indirmiş. Abdurrahman sık sık anasının mezarının başında ağlar olmuş.
Ayşe öz annesiyle daha çok zaman geçirmesine rağmen daha az ağlarmış. Çünkü o
zamandan dayanmayı, dayanıklı olmayı öğrensin diye hayat onu pişiriyor,
duygularını saklamayı öğretiyormuş. İki kardeş el ele tutuşur mezarlığa gider,
orada saatlerce otururmuş. Kardeşlerin paylarına düşen kayısılar, çekirdekler,
ekmekler, katıklar üvey annenin gelişiyle birlikte azalmış. Babanın
tembihlerine ve tehditlerine rağmen üvey anne umursamamış çocukları çoğu zaman
aç bırakmış. Hâlbuki baba tahmin mi etmiş yoksa bilmiş mi, kadına çocuklarını
aç bırakırsa onu boşayacağını söylemiş. Ama o gündüz zaten yok, tarlada, işte
güçte, belki de kahvede, çocukların ne kadar aç kaldıklarını bilmemiş. Çocuklar
aç kaldıkça mezarlık ziyaretleri artmış. Abdurrahman’
Bir gün babaları yokken karınları öyle acıkmış öyle acıkmış ki, ne yapacaklarını bilememişler. Üstelik bu çocuklarınki varlık içinde yoklukmuş. Eller bulamadığı için aç kalırken, bunlar analık vermediği için açmış. Çözümü Abdurrahman bulmuş. Gidip analığın sakladığı yerden kayısı çekirdeği alacaklarmış. Kendilerine uygulanan bu insafsız ambargoyu kıracaklarmış. Abdurrahman çekirdeklerin koyulduğu yeri zaten biliyormuş. Ayşe kapıda beklemiş, öbürü küçücük elleriyle ceplerini doldurmuş. Aldıklarını ablasıyla yiyecek, bir güzel keyif edeceklermiş. Tam odadan çıkarken analık Abdurrahman’ı yakalamış. Ceplerindeki ve minik avucundaki kayısı çekirdeklerini görmüş. Abdurrahmancığı ve suç ortağı Ayşe’yi oracıkta kıstırmış, belki dövmüş, belki dövmemiş, ama Abdurrahman’ı havaya kaldırmış şöyle sertçe yere “çakmış”. Küçük çocuğun cebinde, avucunda ne varsa onları da almış. İki kardeş, üzüntüleri, hiç görmedikleri okyanuslardan büyük, tek sığınaklarına, annelerinin mezarına koşmuşlar. Akşama kadar orada ağlamışlar. Akşam babaları gelmeden eve dönmüşler ama baba bu işin içinde bir iş olduğunu anlamış. Çünkü çocuklar her zamankinden daha sessiz ve mahzunmuş. Sormuş, öğrenmiş, üzüntüden kahrolmuş. Ama bu saatten sonra nafile…
O gece Abdurrahmancığın ateşi yükselmiş, adı difteri mi, dizanteri mi, yoksa üzüntü mü keder mi bilinmez. Birkaç gün içinde çökmüş minik bedeni, annesini sayıklaya sayıklaya ölüvermiş. Ayşecik de annesiz, kardeşsiz kalıvermiş. Baba ise sözünü yerine getirmiş, analığa kapıyı göstermiş. Abdurrahman gidince Ayşe’nin içindeki çocuk da gitmiş. Sonra yeni analıklar, yeni kederler…
Şimdi Abdurrahman’la birlikte. Çok kereler anlattığı bu hikâyeyi vaktinde hafızamıza kaydetmedik. Birbirimizden yardım almasak parçaları birleştiremezdik. Hâlbuki Ayşe’nin yılların kuruttuğu gözpınarlarını ıslatan tek hikâye buydu. Yokluklarla yoğrulmuş hayatının en acı hatırası… Çocuğumuzu azarladığımızda bizi “çakma çocuğu yere” diye sertçe uyarmasının sebebi…
Abdurrahman…Ayşe’nin kardeşi, oyun arkadaşı, annesini paylaştığı, acısını bölüştüğü…
Çocukluk…
Abdurrahman’ın cebinde kalan üç beş kayısı çekirdeği…
Esra Özer Duru, Ankara, Haziran 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme
29.5.2021.
18 Ocak 2021
ÇIK DIŞARIYA OYNAYALIM!
Okuldan gelir, ödevlerimizi yapıyor gibi yaptıktan sonra
hava kararana kadarki zamanı ‘dışarıda’ geçirebilmek için fırsat kollardık.
Sonbahar günlerinin kısalığını hiç de göz önünde bulundurmayan annelerimizin
yanına, duvar diplerinden, köşeleri gözleyerek yavaş yavaş gider, önce çok da
merhamet hislerine hitap etmeden ama inisiyatifin onun elinde olduğunu gayet
iyi bilerek ‘sokağa’ çıkmak için izin isterdik. O zaman çıkılabilecek
sokaklarımız vardı. Boş arsalar, kaldırımlar, apartman bahçeleri çocukların
özerk bölgeleriydi. Anneler gözleri arkada kalmadan ‘sokağa’ çıkma taleplerini
kabul ederdi. Annemiz, ilk sorduğumuzda hiçbir şart ileri sürmeden izin verirse
bu bayram demekti. Ama genellikle önce yalvartma sonra küçük bir sorgu faslı
gelir, ardından şartlar masaya konurdu. “Ödevini yaptın mı?” sorgunun en can
alıcı sorusuydu. Bu soru ya geçiştirilir ya da “Gelince yapıcam, söz!” diye
teminat verilirdi. Eğer bu fasıl başarıyla atlatılırsa, “Akşam ezanı okunmadan
gel”, “Babandan önce evde ol”, “Çamurla oynamak yok”, “Oynarken ‘gocuğunu’
çıkarma”, “Çişin gelince eve gel” şeklindeki ültimatomlar sıralanırdı. Tabii
çocuk olmak demek, şartları zorlamak demektir. Anneler de bunu gayet iyi bilir.
Güzelce üst baş giyilir ve ‘düzgün’ bir şekilde, şartlar
çoktan unutulmuş olarak dışarı fırlanırdı. Bazı çocuklar, annelerinin hangi imkânları
zorlayarak yaptıkları ‘kışlık’ reçellerden, yarım ekmek içine aşırdıkları,
kumanyalarını da yanlarında getirirlerdi. Benim gibi çocuklar bu kumanyalara
biraz iç geçirerek, ağızlarının suyu akarak bakarlardı. Çünkü her anne, bu
kumanyalara vize vermez, “Evde yiyeceksen vereyim, bulan var, bulamayan var”
diyerek, çıktıktan iki dakika sonra kapıda biten ve aslında aç olmayan
çocuklarının taleplerini reddederlerdi.
Sokaksa apayrı bir alemdi. Kızların oyunları daha evcil bir
durum arz ederken, erkek çocuklar ilk çağlardan kalan avlanma ve ele geçirme
dürtülerini, biraz daha giyinik olmak kaydıyla devam ettiren oyunlar
oynarlardı. Sokağın başında ya da yeni yeni yükselmeye başlayan apartmanların
arasında kalan boş arsalar, sokakların bizzat kendileri, apartmanların önleri
karanlık çökünceye kadar birçok meydan savaşına sahne olur, birkaç kez el
değiştirirdi.
Hem temizleyici, hem nemlendirici, hem yapıştırıcı…
Her oyunun bir mevsimi ve gerektirdiği bazı şartlar vardı.
Çocuklar bu mevsimleri, sanki ellerinde bir çizelge varmış gibi çok sıkı takip
ederlerdi. Sonbaharın nispeten sıcak ve kuru olduğu ilk günlerde, erkekler
uçurtma uçurur, misket ve futbol oynardı. Kızlar ip atlar, çizgi oynardı.
Havalar biraz daha soğuyup yağmurlar başlayınca, çamura çivi saplayıp kendi
alanlarını oluşturmak gibi bir stratejisi olan çivi saplamaca zamanı gelir,
uçurtmalar yerlerine kaldırılırdı. Bolca mevcut olan çamur, kızlar için de
yaratıcılığın geliştirildiği bir malzeme olur, beceriksiz ellerin yaptığı çanak
çömlekler kurumaya bırakılırdı. Kirlenen ellerin çözümü ise vücudun
salgılarından birinde gizliydi. Eller ‘güzelce’ tükürükle temizlenir, annenin kalan
izleri görmemesi için küçük kalplerden dualar geçerdi.
Çamurlu günlerin başka bir oyunu ise taş sürüklemeydi. İsmi
tam konulamayan bu oyunda, derince bir kavanoz kapağı bulunur, kapağın içi çamurla
sıkıca doldurulurdu. Özenle saklanan bu ‘taş’ın içindeki çamur çatladıkça
tükürükle ıslatılır ve sertliği muhafaza edilirdi. Bu oyunda kazananın
ödülleri, sakız içinden çıkan futbolcu resimleri falan olurdu. Bir de ‘lik’
(ilik) oyunu vardı. Çocuklar bakkal önünde pusuya yatar, torbalar dolusu gazoz
kapağı toplar, bunları yan yana dizer, buldukları düzgün bir taş ya da kendi
hazırladıkları ‘taş’la bu ‘likleri’ vurmaya çalışırlardı.
Mevsimini iyi hatırlayamadığım bir külâh ya da boru oyunu
vardı ki, büyükler tarafından tehlikeleri sık sık vurgulandığı halde kuşaklar
boyunca oynandı. Bakkal amcadan metre hesabı alınan boruya, gazetelerden özenle
yapılan, hatta “benim yaptığım külah hiç açılmaz” diye gurur kaynağı olan küçük
külâhlar konur, hedefe atılırdı. Külâhın yapıştırıcısı tabii ki yine tükürüktü.
Hedefse genellikle oğlanlardan fırsat bulup biricik arsalarında ip atlamaya
çalışan kızlar olurdu.
Oyunlarını kafileler halinde oynayan ve yine aynı şekilde
gezen çocuk grupları arasında sık sık kavga çıkar, çocuklardan biri çenesini
yukarı kaldırarak, “Anneee, Mehmet’e bişey söyle, oyunumuzu bozuyoooo” diyerek,
“düşmanını” tanıdığı bir numaralı polis gücüne şikâyet ederdi. Şikâyet edilen
çocuk ya ortadan kaybolur ya da “Ama Fatma teyze, onlar da beni oyunlarına
almıyo” diye itiraz eder, savunma makamına geçerdi.
Bu arada ‘gocuklar’ çoktan çıkarılıp ‘emniyetli’ bir duvara
yığılır ya da daha itidalli bir üslupla önü açılıp omuzdan düşürülürdü. Ayakkabılar
çamura bulanmış, saç baş dağılmış, burunlar soğuk havanın ve koşturmanın
etkisiyle akmış olurdu. Eve alınma ihtimali göz önünde bulundurularak
ihtiyaçlar, yumuşak huylu bir komşu teyzenin şefkatli kapısında giderilir,
soğukta koşturup durmaktan kuruyan boğaz için biraz su içilir, üşündüğü için
daha çok gelen ‘çiş’ en iyi ihtimalle komşu tuvaletine yapılırdı.
“Gecikirsen seni eve almam” tehditleri tamamen unutulur
gider, bundan sonra asla dışarı çıkılmayacakmış gibi delice bir tempoyla oyun
oynanırdı. Yaz aylarının uzun günleri geniş bir oyun yelpazesi sunsa da hava
çabuk karardığından bugünler daha kıymetliydi.
Evde bekleyen yığınla ödeve, verdiği süre dolduğu halde
çocuğu eve dönmeyen anneye, soğuktan çatlayan ellerin çatlaklarında biriken ince
kan sızıntılarına, oyuna alınmayınca ya da arkadaşıyla tokuşup düşünce ağlanıp
silinen yüzdeki çamur izlerine rağmen, kulak kenarları ve yanaklar soğuktan
hissedilmese, akan burun kollara sürülse, “Babandan önce eve dönmüş ol” denen
baba köşede belirmiş olsa, ‘niyeyse’ kısacık olan akşam ezanı okunsa,
arkadaşların anneleri balkonlardan, camlardan onları eve çağırsa bile -ki en
kötüsü ilk çağrılmaktır- şartların elverdiği son ana kadar oynanırdı.
Son oyun: “Akşam Ebesi”
Ne kadar çabalanırsa çabalansın, ayrılık anı geldiğinde,
sokak hiç oynanmamış gibi karanlığa bürünürken, çocuklar da son rötuşları
atardı. Bir duvarda biriken ‘gocuklar’ sahipleri tarafından alınır, bazen
giyilir, bazen tembih unutulup kolda gittiği için azar işitilirdi. Son bir
gayretle, kalan birkaç çocuk arasında ‘akşam ebesi’ oynanır, eve giriyor
olmanın burukluğu bu son oyunun coşkusuna saklanırdı.
Girişte, annenin, sebebi bir türlü anlaşılamayan azarlarına
maruz kalınır, “çamurla oynadın değil mi?” sorusuna muhatap olunca, “nereden
anladı acaba?” diye düşünülür, eller yüzler yıkandıktan hatta sadece annelerin
alabildiği ‘ıslak köpek kokusu’ yüzünden banyo yapıldıktan sonra, yemeğe
oturulurdu.
Bütün bunlardan geriye çocukların eklemlerindeki “büyüme
ağrısı”, saçlarında ve üstlerindeki ıslak köpek kokusu, yapılmayan ödevleri,
kızgın anneleri, çamur derecikli yüzleri, çatlakları acıyan elleri, ceplerinden
halıya dökülen çekirdekleri… ama büyüdüklerinde tatlı tatlı hatırlayacakları
hatta kendi çocuklarıyla paylaşacakları anıları kalırdı. Sizin de vardır o
anılardan.
Esra Özer Duru, Ocak 2004, Ankara, Turuncu Dergisi.
Taze Taze Hikâyeler
BEKLEME ODASI
Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...
-
Yıllardır doğayla iç içe, kenarda köşede kalmış, yapılaşmanın az olduğu bir semtte yaşıyoruz. Son zamanlarda bir şeyler değişti ve etrafımız...
-
Bir süredir eğitim öğretim sistemlerimizle ilgili düşünüyorum. Gazze’de 7 Ekim’den beri yaşanan soykırım da bu düşünce sürecini etkiliyor. B...
-
Bu cümleler yıllar önce lüks bir otomobilin yeni çıkan modelinin reklam sloganıydı. Reklam metni, oldukça etkileyici ve epey tarihî cümleler...