anne etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anne etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ağustos 2021

BASRİ GÖRÜR NE ZAMAN GÖRÜR 1?

Basri Görür iyi adamdı. Orta halli bir memurdu. İki çocukları ve sessiz hayatlarıyla orta halli de bir ailesi vardı. Evden işe, işten eve gider, bazen arkadaşlarıyla takılırdı. Çevresinde genelde sevilen, saf bir adamdı ama karısı Basri beye tahammül edemiyordu. Çünkü Basri Görür’ün kötü bir huyu vardı, idrakini kullanmıyordu. Yani nasılsa gözüyle gördüğü gerçekleri akıl süzgecinden geçirip kendi yararına sunmuyordu. Onun durumu, kütüphanede yan yana dizilmesi gereken birkaç ciltlik ansiklopedinin her bir cildinin tüm kütüphaneye dağılmış olması gibiydi. Görüyor, fark da ediyor ama bir türlü sonuca ulaşmak için fark ettiklerini birleştiremiyordu.

Hayatında işi ve ailesinin yanında, düzenli olarak kazık yediği, bariz kötü huylarına rağmen hala görüştüğü arkadaşlar, sık sık yaptığı bezdirici hatalar, karısından işittiği ve her seferinde kendini çok kötü hissettiği azarlar, geri ödeme sözü verildiği için verdiği ve ödenmeyince üzerine kalan borçlar vardı. Zaman zaman bazı şeyler boğazına dayanır, tam “yeter be!” diyecek gibi dururken, kendi kendine; arkadaşlarına veya karısına bir mazeret bulur, onları da kendisini de o sıkıntıdan kurtarırdı. Olay çıkacağını bile bile aynı soruları sorar, anlatmayınca paçasını kurtaracağını bildiği halde hatalarını, tuhaflıklarını gider karısının avucuna yazardı. En basiti, senelerdir ne kadar otlakçı olduğundan şikâyetlenip durduğu arkadaşının yanına yeni açtığı sigara paketiyle gider, sigaralarının yarıdan fazlasını, üstüne yeni aldığı çakmağı ona kaptırırdı. Sabahları işe gitmek için kapının önüne çıktığında gri bulutlarla dolu gökyüzüne bakar, şemsiyesini yanına almazdı. Akşam iç çamaşırına kadar ıslanmış vaziyette eve gelir, yağmura söylenir dururdu. Serin bahar günlerinde cereyanda kalır ya da üşüdüğü halde camı kapatmaz, bir yerleri tutulunca “siyatik” derdi.

Yıllardır gittiği berberi her tıraşta yani iki ayda bir kulaklarını yakar, Basri Bey yanıklara merhem sürerken berbere söver ama aynı adama tıraş olmaya devam ederdi. Pazar filelerine şeftalinin eziğini, domatesin çürüğünü dolduran pazarcıları bırakmaz, ısrarla onlardan alışveriş yapardı. Nezaketen bir sofraya çağrıldığında teklifi, davet sahibini şaşırtacak kadar hızlı kabul eder, saatlerdir oturdukları misafirlikte ev sahibi artık ne ikramda bulunacağını bilemeyip kahve yapmayı önerdiğinde hiç kırmazdı. Arkadaşlarının ya da karısının sözlerini tamamlayıp onları ne kadar hızlı anladığını göstermek ister, bunun yerine anlattıklarının tersini anladığını ifşa eden cümleler kurardı. Ellerini nereye koyacağını bilemez, o yüzden önünde bağlar, itaatkâr biçimde emir bekliyormuş gibi durur, bu duruşu karısını deli ederdi. Günlerce düşünüp mantıklı bir şekilde aldığı kararlar sorgulandığında ya da fiyat, kalite araştırması yaparak özenle seçtiği bir eşyayı biri beğenmeyip neden aldığını sorduğunda en saçma sebebi ilk söyler, kendini lüzumsuz işler yapan bir insan konumuna düşürürdü.

Çocuklar da babalarının genel davranışına bakınca pelerini ve taytıyla evlerinin çatısına inen bir süper kahraman/baba göremiyorlardı. Mesela markette minik otomobil görünümündeki alışveriş arabalarına binmek istediklerinde sınırlı sayıda olan arabayı, babaları nazikçe başkasına ikram eder, kendi çocuklarının beklentilerini hiç anlamazdı. Çözemedikleri bir soru olduğunda, "nasıl çözüleceğini biliyorum da sana izah edemem" der, çocukların buna burun kıvırdıklarını göremezdi. Uçurtma uçurmak istediklerinde en rüzgârsız günü seçer, oğlanları deli ederdi. Bir keresinde karısının, koptuğu için kenara attığı iple küçük oğlana salıncak kurmuş, çocuk, salıncağın ikinci turunda kendini yerde bulunca çok üzülmüştü.  

Karısı, tahammülünün sonuna geldiğinde iki çocuğu da alıp evi terk etti. Basri Bey bunu hiç beklemiyordu. Çünkü karısının bir süredir kendisiyle konuşmayışını bahar temizliği yorgunluğuna, yataklarını ayırmış olmasını menopoza, çocukların odalarından çıkmayışını derslerine bağlamıştı. Evde yemek olmayışı hayat pahalılığındandı herhalde. Geçen gün arayan avukat hanım muhakkak ki yanlış aramış olacaktı. Bugün kapıyı anahtarıyla açmasının sebebi karısının çocuklarla birlikte annesini ziyarete gitmesiydi. Epeydir evde sıkılmış olmalılardı, ziyaretleri anneannelerine de iyi gelirdi.

Karısıyla çocukların bir türlü eve dönmeyişinden şüphelenmeye başladığı sırada en yakın arkadaşlarından birinin, Ferdi’nin ölümü Basri beyi sarstı. Ferdi'nin sıkıntıları olduğunu biliyordu ama onu bu kadar derinden sarstıklarını fark etmemişti. Ferdi, arkasında acılı ve öfkeli eşiyle bir mektup bırakıp intihar etmişti. Hayatın kendisine çok zor geldiğini, en yakın dostlarından yediği kazıkları hazmedemediğini, borçlarının altında ezildiğini, kimsenin onu anlamadığını son olarak karısının evi terk etmesinin bardağı taşırdığını, bunun için ölmeye karar verdiğini yazmıştı.

Cenazeden dönerken Basri kara kara düşünüyordu. Ferdi’nin intihar sebeplerinin tamamı hatta fazlası kendi hayatında vardı. Ferdi intihar ettiğine göre işleri düzeltmeyi denemiş, başarısız olmuştu. Öyleyse yeniden denemenin bir anlamı yoktu. Aynı yöntemi uygulayıp intihar etmeye karar verdi. Aklından bir sürü yöntem geçirdi. İlaç içmek, bileklerini kesmek, gidip kendini yüksek bir köprüden aşağı bırakmak, hızla geçen arabaların önüne atlamak, kendini vurmak… Aklına gelmeyen yöntemleri dolaplardan, çekmecelerden bulabilecekmiş gibi sağı solu açıp kapatırken oğluna salıncak yaptığı çürük ipi buldu. Basri Bey, çoktan unutmuştu oğlunun hayal kırıklığı içinde göz yaşlarıyla ıslanmış yüzünü. Sandalyeyi çekti. Tavanda avize asmak için bırakılan çengele ipi geçirdi. Öbür ucunu ilmek yapıp boğazına taktı. Sandalyeyi titrek ve kararsız tekmeledi. İp daha Basri Beyin ağırlığını yüklenemeden kopuverdi. Basri kendini kırık sandalyeyle birlikte yerde buldu. Çıkan gümbürtüye koşan alt komşu, kırık bir bacak ve boynunda çürük iple ağlarken bulduğu Basri'ye soru sormadı. Onu yerden kaldırdı, taksiyle hastaneye götürdü.

Hastane polisi uygulama gereği Basri Beyin ifadesini aldı. Basri Bey, tombul elli, babacan görünümlü polise ifade vermekten öte içini açtı. Bu gece hastanede Basri Beyin vakası dışında polisiye olay olmadığından her şeyi sessizce dinleyen polisin ağzından, “sizin basiretiniz bağlanmış Basri Bey” cümleleri dökülüverdi. O anda Basri'nin yüzü aydınlandı. Bütün bunalımını, sorunlarını şimdi yepyeni bir açıdan görebiliyordu. Eve gidecek, her şeye yeniden başlayacaktı. Anne ziyaretinden bir türlü dönmeyen karısını arayacak, keşfettiği gerçeği anlatıp çocuklarla dönmesini söyleyecekti. Karısı bulduğu şeyi duyar duymaz zaten dönmeyi kendisi isteyecekti. Coşkuyla planlar yaparken bir yandan içi burkuldu. “Ferdi’nin de basireti bağlanmasaydı hayatı kurtulurdu.”



Esra Özer Duru, Ankara, Temmuz 2021.

19 Haziran 2021

SEN UNUTSAN…

“Sis, bir efsun gibi koca şehri enlemesine bölüyordu” diye başlasa hikâye… Sisin efsun olduğunu sen unuttun, sis unutmadı. 

Bir zamanlar bu şehrin neresinde duruyorduk, şimdi neresindeyiz? Sen unuttun, şehir unutmadı.

Kulakların eskiden hangi ezgilere alışıktı, şimdi neler duyuyor? Sen unuttun, kulakların unutmadı.

Konuştuklarınız bir kış günü ağızlarınızdan çıkan buharda mı saklı? Yoksa gözlerinizde mi? Buhar unuttu, gözlerin unutmadı.

Çok düştünüz bu şehrin sokaklarında, dizleriniz kanadı. Sokaklar unuttu, dizlerin unutmadı.

Sonbahar yapraklarını az ezmediniz Kurtuluş Parkı’nda. Park unuttu, ayaklarınız unutmadı.

Bir yarayı, başka bir yarayla çok sardınız beraber. Ellerin unuttu, kalbin unutmadı.

Yara, yarayla kapanmaz diye düşündün. Sen unuttun, yaran unutmadı.  

Bu eşyalar, bu oda sana hep eskiye dair bir şeyler hatırlatıyordu. Sen unuttun, oda unutmadı.

Çocukken ya da gençken yaşadığın şeyleri “unuttum” sanıyorsun. Aslında hepsi hafızana, vücuduna kazınıyor. Seslerin bir gün atmosferden bize geri döneceğini düşünmek gibi, “unuttum” sandığın her şeyi bir gün hatırlayacaksın.

Hani insanın bedeninde yaşlandıkça ağrılar oluyor ya, aslında onların hepsi eskiye dayanıyor. Sık sık belin ağrıyor ya sen ağaçta sallanırken biri gelip seni hızlandırmıştı da düşmüştün. Sen unuttun, belin unutmadı.

Bazen dizlerin ağrıyor ya çocukken ne çok düşerdin. Sen unuttun, dizlerin unutmadı.

Ellerin titriyor ara sıra. Geçmişte bir telefonu kapatırken ellerin bir de sesin titremişti. Sen unuttun, ellerin unutmadı.

Hep aynı şarkıyı dinlerken gözlerin doluyor, şimdi bir başına dinlerken bile. Çünkü sen unuttun, gözlerin unutmadı.

Kalemi eline her aldığında aynı hikâyeye başlıyorsun. Sen unuttun, parmakların unutmadı.

Bir sonbahar günü saçlarının arasından rüzgârlar geçmişti. Sen unuttun, saçların unutmadı.

Yüksekteki şeyleri almak için parmak uçlarında yükselemiyorsun ya…. Bir kere uzanmayı denemiştin… Sen unuttun, parmakların unutmadı.

Soğuk günlerde ellerin çatlar, kanardı. Annen vazelin sürerdi. Sen unuttun, annen unutmadı.

Babanın omuzlarına binip, bakkala kaymaklı bisküvi almaya giderdin. Sen unuttun, babanın omuzları unutmadı.

Dişçiye gittiğiniz bir gün, senin dişin çekileceği halde teyzenin kızı çok ağlamıştı. Sen unuttun, onun gözleri unutmadı.

Ağlaya ağlaya, koşarak gelip bahçedeki kiraz ağacına sarılmıştın. Sonra da sırtını ona yaslayıp sakinleşmeye çalışmıştın. Sırtın unuttu, ağaç unutmadı.

Bir bayram günü çorabım yok diye kapris yapıp bayram ziyaretine gitmemiştin. Evde yalnız kalınca da kendine kızarak ağlamıştın. Sen unuttun, çorapların unutmadı.

 Kardeşini korkuturdun, “ben uzaylıyım” diye, çocuğu ağlatırdın. Sen unuttun, kardeşin unutmadı.

 Toplarken yarıştığınız akşamsefası tohumlarını kibrit kutularında biriktirir, sonra anneannenle bahçeye dikerdin. Sen unuttun, toprak unutmadı.

 Her akşam akşamsefalarının açacağı anı kaçırmamak için başlarını beklerdin, yine de göremezdin. Sen unuttun, zaman unutmadı.

 Hayatını kendine göre şeylerle doldurup hatırlayıp hatırlayamadıklarınla, bir gün ölüp gittin. Dünya unuttu, bu sefer sen unutmadın.

Esra Özer Duru, Ankara, Ocak 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.

                                                                   

13 Haziran 2021

BİR AVUÇ ÇEKİRDEK

Bir varmış, ondan gayrısı yokmuş. Çok uzak olmayan topraklarda hatta burada, bir hikâye yaşanmış zamanında. Zaman ki ölümün silahı daha çokmuş, ortalama insan ömrü en fazla kırkbuçukmuş. İnsanlar dedelerini ebelerini değil, analarını babalarını bile görmezmiş bazen. Ölüm o zamanlar, sıtma, dizanteri, kızamık, çiçek, difteri, kıtlık, yokluk diye gelirmiş. Adı değişikmiş ama izlediği yol aynıymış. Askere gidenden beş yıl umut kesilir, gurbete gidenden bir daha haber beklenmezmiş. Gelinler sadece kocalarından değil, kayınbabalarından, kayınvalidelerinden hatta kayınbiraderlerinden dayak yermiş (aslında buna bakınca pek bir şey değişmemiş). O yıllar miladi takvimde Birinci Dünya Savaşına, Kurtuluş Savaşına denk gelirmiş. Düşman ve savaş oralara girmemiş ama savaşın sefaleti, yoksulluğu insanların içlerine, tenlerine işlemiş.   

Bu hikâye, buralarda büyüyen çocuklar için çok yabancı değilmiş. Çünkü buralarda, ne Zoro gelir ağanın yüzüne Z çizermiş ne Candy Antonhy’yi severmiş ne Heidi gibi dağlarda huzur içinde Peter’le gezermiş. Öyle değilmiş işte! Buraların Heidileri “analık” elinde büyür, gün doğmadan tarlaya gider, analığın hışmına uğrayınca aç acına uyurmuş. Bu hikâyenin kahramanlarının adı Candy, Heidi, Peter değil Ayşe ile Abdurrahman’mış.

Üç kardeşten ikisi Ayşe ile Abdurrahman’ın babaları varlıklıymış. Sevilir sayılırmış yaşadıkları yerde. Bir şatoları, boy boy atları, katları, yatları yokmuş ama itibarları çokmuş. Ayşe ile Abdurrahman kardeş kardeş oynar, gezermiş. Çocukmuşlar, dünyadan habersizmişler, onun için de mutluymuşlar, bir daha olamayacakları kadar… Henüz ihraç malı olmayan kayısılarından istedikleri kadar yer, çekirdeklerini kırıp kuruyemiş yaparlarmış.

Bir gün savaş onların hayatlarına da değmiş, dokunmuş. Babaları askere gitmiş o zamanların en ünlü cephesi Yemen’e mi, nereye? Yaşasaydı bu hikâyenin kahramanı Ayşe bilirdi. Yıllarca babadan haber alamamışlar. Köy yeri işte, tarla tapan, çocuklar fark etmeden zaman geçmiş. Bir gün iki kardeş evlerinin önünde oynarken esmer, kara kuru bir adamın geldiğini görmüşler. Adamdan korkmuşlar. İki kafadar yerden topladıkları taşları adamın kafasına, gözüne atmışlar. Adam ne kadar konuşmak istese de dinlememişler, anneleri evden çıkıp yetişene kadar taş yağmuru devam etmiş. Çocukların hırsız sanıp taşladıkları adam, meğer aylardır yolunu gözledikleri babalarıymış.

Baba gelmiş, hayat yeniden mecrasında akmaya başlamış. Fakat saadet çok uzun sürmemiş (ne kadar saadetti meçhul ya!). Ayşe ile Abdurrahman’ın anneleri ölüvermiş. Çocukların biri beş, biri yedi biri on yaşında. Baba baksa nasıl bakacak? Gitmiş başka bir kadınla evlenmiş.

Analığın gelişi Ayşe ile Abdurrahman’ın hayatına ikinci bir darbe indirmiş. Abdurrahman sık sık anasının mezarının başında ağlar olmuş. Ayşe öz annesiyle daha çok zaman geçirmesine rağmen daha az ağlarmış. Çünkü o zamandan dayanmayı, dayanıklı olmayı öğrensin diye hayat onu pişiriyor, duygularını saklamayı öğretiyormuş. İki kardeş el ele tutuşur mezarlığa gider, orada saatlerce otururmuş. Kardeşlerin paylarına düşen kayısılar, çekirdekler, ekmekler, katıklar üvey annenin gelişiyle birlikte azalmış. Babanın tembihlerine ve tehditlerine rağmen üvey anne umursamamış çocukları çoğu zaman aç bırakmış. Hâlbuki baba tahmin mi etmiş yoksa bilmiş mi, kadına çocuklarını aç bırakırsa onu boşayacağını söylemiş. Ama o gündüz zaten yok, tarlada, işte güçte, belki de kahvede, çocukların ne kadar aç kaldıklarını bilmemiş. Çocuklar aç kaldıkça mezarlık ziyaretleri artmış. Abdurrahman’la Ayşe mutlu oyunlara harcadıkları vakti analarının mezarının başında geçirir olmuşlar. Analığın başından uzak olsunlar, nerede oldukları zaten önemli değilmiş.

Bir gün babaları yokken karınları öyle acıkmış öyle acıkmış ki, ne yapacaklarını bilememişler. Üstelik bu çocuklarınki varlık içinde yoklukmuş. Eller bulamadığı için aç kalırken, bunlar analık vermediği için açmış. Çözümü Abdurrahman bulmuş. Gidip analığın sakladığı yerden kayısı çekirdeği alacaklarmış. Kendilerine uygulanan bu insafsız ambargoyu kıracaklarmış. Abdurrahman çekirdeklerin koyulduğu yeri zaten biliyormuş. Ayşe kapıda beklemiş, öbürü küçücük elleriyle ceplerini doldurmuş. Aldıklarını ablasıyla yiyecek, bir güzel keyif edeceklermiş. Tam odadan çıkarken analık Abdurrahman’ı yakalamış. Ceplerindeki ve minik avucundaki kayısı çekirdeklerini görmüş. Abdurrahmancığı ve suç ortağı Ayşe’yi oracıkta kıstırmış, belki dövmüş, belki dövmemiş, ama Abdurrahman’ı havaya kaldırmış şöyle sertçe yere “çakmış”. Küçük çocuğun cebinde, avucunda ne varsa onları da almış. İki kardeş, üzüntüleri, hiç görmedikleri okyanuslardan büyük, tek sığınaklarına, annelerinin mezarına koşmuşlar. Akşama kadar orada ağlamışlar. Akşam babaları gelmeden eve dönmüşler ama baba bu işin içinde bir iş olduğunu anlamış. Çünkü çocuklar her zamankinden daha sessiz ve mahzunmuş. Sormuş, öğrenmiş, üzüntüden kahrolmuş. Ama bu saatten sonra nafile…

O gece Abdurrahmancığın ateşi yükselmiş, adı difteri mi, dizanteri mi, yoksa üzüntü mü keder mi bilinmez. Birkaç gün içinde çökmüş minik bedeni, annesini sayıklaya sayıklaya ölüvermiş. Ayşecik de annesiz, kardeşsiz kalıvermiş. Baba ise sözünü yerine getirmiş, analığa kapıyı göstermiş. Abdurrahman gidince Ayşe’nin içindeki çocuk da gitmiş. Sonra yeni analıklar, yeni kederler…

Ayşe…

Şimdi Abdurrahman’la birlikte. Çok kereler anlattığı bu hikâyeyi vaktinde hafızamıza kaydetmedik. Birbirimizden yardım almasak parçaları birleştiremezdik. Hâlbuki Ayşe’nin yılların kuruttuğu gözpınarlarını ıslatan tek hikâye buydu. Yokluklarla yoğrulmuş hayatının en acı hatırası… Çocuğumuzu azarladığımızda bizi “çakma çocuğu yere” diye sertçe uyarmasının sebebi…

Abdurrahman…

Ayşe’nin kardeşi, oyun arkadaşı, annesini paylaştığı, acısını bölüştüğü…

Çocukluk…

Abdurrahman’ın cebinde kalan üç beş kayısı çekirdeği…

Esra Özer Duru, Ankara, Haziran 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 29.5.2021.

18 Ocak 2021

ÇIK DIŞARIYA OYNAYALIM!

Sonbaharın kışa döndüğü günler, bana çocukluğumun okul artığı oyun zamanlarını hatırlatıyor. O zamanlar hiçbirimiz sokakta oynamamıza izin verilen süreyi televizyon başında harcayacak kadar bağımlı değildik televizyona. Üstelik o zaman daha iyi çizgi filmler vardı. Bilgisayardı, geymboydu, atariydi, sokak saatlerini çalmamıştı askılı pantolonlarımızın büyük ceplerinden.

Okuldan gelir, ödevlerimizi yapıyor gibi yaptıktan sonra hava kararana kadarki zamanı ‘dışarıda’ geçirebilmek için fırsat kollardık. Sonbahar günlerinin kısalığını hiç de göz önünde bulundurmayan annelerimizin yanına, duvar diplerinden, köşeleri gözleyerek yavaş yavaş gider, önce çok da merhamet hislerine hitap etmeden ama inisiyatifin onun elinde olduğunu gayet iyi bilerek ‘sokağa’ çıkmak için izin isterdik. O zaman çıkılabilecek sokaklarımız vardı. Boş arsalar, kaldırımlar, apartman bahçeleri çocukların özerk bölgeleriydi. Anneler gözleri arkada kalmadan ‘sokağa’ çıkma taleplerini kabul ederdi. Annemiz, ilk sorduğumuzda hiçbir şart ileri sürmeden izin verirse bu bayram demekti. Ama genellikle önce yalvartma sonra küçük bir sorgu faslı gelir, ardından şartlar masaya konurdu. “Ödevini yaptın mı?” sorgunun en can alıcı sorusuydu. Bu soru ya geçiştirilir ya da “Gelince yapıcam, söz!” diye teminat verilirdi. Eğer bu fasıl başarıyla atlatılırsa, “Akşam ezanı okunmadan gel”, “Babandan önce evde ol”, “Çamurla oynamak yok”, “Oynarken ‘gocuğunu’ çıkarma”, “Çişin gelince eve gel” şeklindeki ültimatomlar sıralanırdı. Tabii çocuk olmak demek, şartları zorlamak demektir. Anneler de bunu gayet iyi bilir.

Güzelce üst baş giyilir ve ‘düzgün’ bir şekilde, şartlar çoktan unutulmuş olarak dışarı fırlanırdı. Bazı çocuklar, annelerinin hangi imkânları zorlayarak yaptıkları ‘kışlık’ reçellerden, yarım ekmek içine aşırdıkları, kumanyalarını da yanlarında getirirlerdi. Benim gibi çocuklar bu kumanyalara biraz iç geçirerek, ağızlarının suyu akarak bakarlardı. Çünkü her anne, bu kumanyalara vize vermez, “Evde yiyeceksen vereyim, bulan var, bulamayan var” diyerek, çıktıktan iki dakika sonra kapıda biten ve aslında aç olmayan çocuklarının taleplerini reddederlerdi.

Sokaksa apayrı bir alemdi. Kızların oyunları daha evcil bir durum arz ederken, erkek çocuklar ilk çağlardan kalan avlanma ve ele geçirme dürtülerini, biraz daha giyinik olmak kaydıyla devam ettiren oyunlar oynarlardı. Sokağın başında ya da yeni yeni yükselmeye başlayan apartmanların arasında kalan boş arsalar, sokakların bizzat kendileri, apartmanların önleri karanlık çökünceye kadar birçok meydan savaşına sahne olur, birkaç kez el değiştirirdi.

Hem temizleyici, hem nemlendirici, hem yapıştırıcı…

Her oyunun bir mevsimi ve gerektirdiği bazı şartlar vardı. Çocuklar bu mevsimleri, sanki ellerinde bir çizelge varmış gibi çok sıkı takip ederlerdi. Sonbaharın nispeten sıcak ve kuru olduğu ilk günlerde, erkekler uçurtma uçurur, misket ve futbol oynardı. Kızlar ip atlar, çizgi oynardı. Havalar biraz daha soğuyup yağmurlar başlayınca, çamura çivi saplayıp kendi alanlarını oluşturmak gibi bir stratejisi olan çivi saplamaca zamanı gelir, uçurtmalar yerlerine kaldırılırdı. Bolca mevcut olan çamur, kızlar için de yaratıcılığın geliştirildiği bir malzeme olur, beceriksiz ellerin yaptığı çanak çömlekler kurumaya bırakılırdı. Kirlenen ellerin çözümü ise vücudun salgılarından birinde gizliydi. Eller ‘güzelce’ tükürükle temizlenir, annenin kalan izleri görmemesi için küçük kalplerden dualar geçerdi.

Çamurlu günlerin başka bir oyunu ise taş sürüklemeydi. İsmi tam konulamayan bu oyunda, derince bir kavanoz kapağı bulunur, kapağın içi çamurla sıkıca doldurulurdu. Özenle saklanan bu ‘taş’ın içindeki çamur çatladıkça tükürükle ıslatılır ve sertliği muhafaza edilirdi. Bu oyunda kazananın ödülleri, sakız içinden çıkan futbolcu resimleri falan olurdu. Bir de ‘lik’ (ilik) oyunu vardı. Çocuklar bakkal önünde pusuya yatar, torbalar dolusu gazoz kapağı toplar, bunları yan yana dizer, buldukları düzgün bir taş ya da kendi hazırladıkları ‘taş’la bu ‘likleri’ vurmaya çalışırlardı.

Mevsimini iyi hatırlayamadığım bir külâh ya da boru oyunu vardı ki, büyükler tarafından tehlikeleri sık sık vurgulandığı halde kuşaklar boyunca oynandı. Bakkal amcadan metre hesabı alınan boruya, gazetelerden özenle yapılan, hatta “benim yaptığım külah hiç açılmaz” diye gurur kaynağı olan küçük külâhlar konur, hedefe atılırdı. Külâhın yapıştırıcısı tabii ki yine tükürüktü. Hedefse genellikle oğlanlardan fırsat bulup biricik arsalarında ip atlamaya çalışan kızlar olurdu.

Oyunlarını kafileler halinde oynayan ve yine aynı şekilde gezen çocuk grupları arasında sık sık kavga çıkar, çocuklardan biri çenesini yukarı kaldırarak, “Anneee, Mehmet’e bişey söyle, oyunumuzu bozuyoooo” diyerek, “düşmanını” tanıdığı bir numaralı polis gücüne şikâyet ederdi. Şikâyet edilen çocuk ya ortadan kaybolur ya da “Ama Fatma teyze, onlar da beni oyunlarına almıyo” diye itiraz eder, savunma makamına geçerdi.

Bu arada ‘gocuklar’ çoktan çıkarılıp ‘emniyetli’ bir duvara yığılır ya da daha itidalli bir üslupla önü açılıp omuzdan düşürülürdü. Ayakkabılar çamura bulanmış, saç baş dağılmış, burunlar soğuk havanın ve koşturmanın etkisiyle akmış olurdu. Eve alınma ihtimali göz önünde bulundurularak ihtiyaçlar, yumuşak huylu bir komşu teyzenin şefkatli kapısında giderilir, soğukta koşturup durmaktan kuruyan boğaz için biraz su içilir, üşündüğü için daha çok gelen ‘çiş’ en iyi ihtimalle komşu tuvaletine yapılırdı.

“Gecikirsen seni eve almam” tehditleri tamamen unutulur gider, bundan sonra asla dışarı çıkılmayacakmış gibi delice bir tempoyla oyun oynanırdı. Yaz aylarının uzun günleri geniş bir oyun yelpazesi sunsa da hava çabuk karardığından bugünler daha kıymetliydi.

Evde bekleyen yığınla ödeve, verdiği süre dolduğu halde çocuğu eve dönmeyen anneye, soğuktan çatlayan ellerin çatlaklarında biriken ince kan sızıntılarına, oyuna alınmayınca ya da arkadaşıyla tokuşup düşünce ağlanıp silinen yüzdeki çamur izlerine rağmen, kulak kenarları ve yanaklar soğuktan hissedilmese, akan burun kollara sürülse, “Babandan önce eve dönmüş ol” denen baba köşede belirmiş olsa, ‘niyeyse’ kısacık olan akşam ezanı okunsa, arkadaşların anneleri balkonlardan, camlardan onları eve çağırsa bile -ki en kötüsü ilk çağrılmaktır- şartların elverdiği son ana kadar oynanırdı.

Son oyun: “Akşam Ebesi”

Ne kadar çabalanırsa çabalansın, ayrılık anı geldiğinde, sokak hiç oynanmamış gibi karanlığa bürünürken, çocuklar da son rötuşları atardı. Bir duvarda biriken ‘gocuklar’ sahipleri tarafından alınır, bazen giyilir, bazen tembih unutulup kolda gittiği için azar işitilirdi. Son bir gayretle, kalan birkaç çocuk arasında ‘akşam ebesi’ oynanır, eve giriyor olmanın burukluğu bu son oyunun coşkusuna saklanırdı.

Girişte, annenin, sebebi bir türlü anlaşılamayan azarlarına maruz kalınır, “çamurla oynadın değil mi?” sorusuna muhatap olunca, “nereden anladı acaba?” diye düşünülür, eller yüzler yıkandıktan hatta sadece annelerin alabildiği ‘ıslak köpek kokusu’ yüzünden banyo yapıldıktan sonra, yemeğe oturulurdu.

Bütün bunlardan geriye çocukların eklemlerindeki “büyüme ağrısı”, saçlarında ve üstlerindeki ıslak köpek kokusu, yapılmayan ödevleri, kızgın anneleri, çamur derecikli yüzleri, çatlakları acıyan elleri, ceplerinden halıya dökülen çekirdekleri… ama büyüdüklerinde tatlı tatlı hatırlayacakları hatta kendi çocuklarıyla paylaşacakları anıları kalırdı. Sizin de vardır o anılardan.

Esra Özer Duru, Ocak 2004, Ankara, Turuncu Dergisi. 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!