Bir sonbahar günüydü
Geride kaldı hayat
Bir kaldırım taşına sırtını yaslayınca
Soluverdi ardında...
Esra Özer Duru, Ankara, 11 Ekim 2024
Bir sonbahar günüydü
Geride kaldı hayat
Bir kaldırım taşına sırtını yaslayınca
Soluverdi ardında...
Esra Özer Duru, Ankara, 11 Ekim 2024
Hayırlı Cumalar!
Camiye her gittiğimizde yeni bir anımız oluyor ne yazık ki!
Hepimizin en rahat hissetmesi gereken yerde, kadınların rahat edememesi ve bu
yönde anılar biriktirmesi üzücü! Halbuki erkekler camide oldukça rahatlar,
orası birçok mekân gibi onların mekânı. Camilerde var olmaya, camiyi hayatının
içine almaya çalışan kadınlarsa sürekli olumsuz karşılaşmalar yaşıyor ve
neredeyse tamamen geri çekilmiş durumda. Bu konuyu mutlaka çözmeliyiz[1]
çünkü camilerin günlük hayatımızdaki yeri gittikçe azalıyor, cami cemaatinin
yaş ortalaması artıyor ve cinsiyet profili de büyük oranda erkeklerden oluşuyor.
Annemle her hafta Cuma namazına gitmeye çalışıyoruz. Her
Cuma ayrı bir camiye gitmek mümkün olmuyor ama kendi mahallemizin camisinde
bile her hafta bir anı yapabiliyoruz. Mesela yaz boyu 40 derecenin üstünde
sıcakta, camları açılmayan, kliması çalışmayan, yarısının erkeklere paravanla
tahsis edildiği bir kadınlar kısmında Cuma namazlarımızı eda etmeye çalıştık.
Başlarda farklı katlarda olmamıza rağmen bizimle aynı hizada namaz kılmamak
için bize geri çekilmemizi söyleyen erkekler; şimdi paravanla ayrılmış da olsa
aynı safta namaza duruyorlar. Alt kat bile dolmazken kadınlar kısmının yarısı
neden erkeklere tahsis edildi anlamak zor.
Sorun sosyolojik
Kısa bir internet taramasında dahi kadınların, camilerdeki
varlıklarını kabul ettirebilmek ve rahat hissedebilmek yolunda mücadele
verdiğini görüyoruz. Covid salgınından önce İstanbul’da Kadınlar Camide isimli
bir hareket başlatıldı. Kadınlar sosyal medyadan, her hafta belli bir camide
Cuma namazına katılmak için sözleşip hem namazlarını kılıyor hem de o caminin
kadınlar kısmı ya da o camide kadınlara yönelik muamele ile ilgili tespitler
yapıyorlardı. Araya salgın girince hareket sekteye uğradı. KADEM de bir süre
önce başlattığı “Camiler Hepimizin” projesi kapsamında 17 camide, camilerin
fiziksel şartlarını, erişilebilirliğini ve etkinlik alanlarındaki durumları
tespit ettiği bir saha çalışması yaptı. Sonuç çalıştayında[2],
kadınların camilerde yaşadığı fiziksel sorunlar, fırsat eşitliğini ihlal eden
uygulamalar, kadınları ve çocukları camiden uzaklaştıran zihinsel kodlar başta
olmak üzere pek çok sorun ve çözüm önerileri tartışıldı, bunların kaynağının
dini değil sosyolojik temelli olduğuna dikkat çekildi.
Kadınların camilere gelmeyişinin en önemli sebebi, yıllardır
inşa edilen toplumsal yargılar. Anlaşılan, bu yargıları içselleştiren kadınlar,
zaman içerisinde camilere gelmeyi denemekten vazgeçmiş, ibadetlerini evde
yapmayı tercih eder hale gelmiş. Geçen Kurban Bayramında Gazze’de savaş
şartlarında Gazzeli kadınların erkeklerle birlikte bayram namazı kıldığı
görüntüler düştü önümüze. Buna bakıldığında ülkemizde kadınların öğrenilmiş bir
çaresizlik durumu olduğu, camide istenmeyişlerinden deyim yerindeyse zamanla bazı
“yan kazançlar” elde ettiği akla geliyor. Ezan okunmadan işi gücü bırakıp
namaza hazırlanmak ve en yakın camiye gitmek, kadınlara yüklenen günlük sorumluluklar
açısından kolay organize edilebilecek bir durum değil. Dahası o hafta Cuma
vaktinde erkek cemaatin artması nedeniyle kadınlar kısmının erkeklere tahsis
edilme ihtimali de durumu pek parlak kılmıyor. Halbuki Gazze örneğinde ya da
hac ve umrede gördüğümüz kadarıyla kadınlar vakit namazlarına iştirak ediyor ve
bu durumdan mutlu oluyorlar.
Cuma namazının kadınlara farz olup olmadığı, kadınların
namazı evde kılmalarının cemaatle namaz kılmalarından daha efdal olduğu gibi
tartışmalar bu yazının zaten kapsamı dışında. Çünkü muhtelif kaynaklarda herkes
kendi düşüncesine mesnet teşkil edebilecek yorumu bulabiliyor. Diğer yandan bazıları
kadınların haklarını talep ettikleri her alanda bir mevzi kaybetme hüznü
yaşıyor. Yani bu konuda değişim sağlayabilmek ancak yeni bir zihniyet inşa
edebilmekle mümkün. O nedenle camide bulunmak, ibadet etmek isteyen kadınlarla
ilgili durumu tespit etmek beklenen sonuç açısından daha verimli olabilir.
Kadınlar camilerde neden rahat değil?
Camilerde kadınlara ayrılan alanlar genellikle fiziksel
açıdan yeterli değil. Hatta bazı camilere kadınların yeri olduğunu varsayarak gitmek
riskli. Çünkü erkek cemaatin sayısında artış olursa önce de söylediğimiz gibi kadınlar
kısmı erkeklere tahsis edilebilir yani kadınların elinden gidebilir. Bu durumda
namazınızı tuhaf gecekondumsu bölümlerde kılmak zorunda kalırsınız. Kadınlar
kısmı; caminin tamamen dışında alet edevat koymak için inşa edilmiş küçük bir odaysa
ya da caminin içinde ama mahzen gibi alt kattaysa genellikle havasız, ışıksız,
küçük, kokulu, çok soğuk ya da çok sıcak. Üst kattaysa erişimi zor veya
zorlaştırılmış olabilir. Kadınlar kısmına gitmek için erkek cemaatin arasından
geçerken dahi işaretçi amcalar geçişinize sabredemeyebilir.
Camiye sürekli giden nüfusun yaş ortalaması maalesef oldukça
yüksek. Bu insanların bir kısmı namaza ayakta başlayıp oturarak devam ediyor.
Dolayısıyla merdiven çıkmakta zorlanıyorlar. Ancak kadınlar kısmının üst katta
olduğu pek çok camide asansör bulunmuyor. Buna ek olarak kadınlar kısmında
namazı oturarak kılmak için tabure de bırakılmıyor çünkü tabureler erkeklere
daha çok lazım oluyor(!).
Kadın abdesthaneleri hem temizlik hem de erişim bakımından
oldukça sıkıntılı. Kadınların çoğunun camiye abdestli gelmesi ve abdestinin
sıkışmaması için dua ediyor olması kuvvetle muhtemel. Ezan okunacağında en
yakın camide abdest alıp cemaate katılmak imkânsıza yakın bir durum. Hele
çocuklarla camiye gelmek en akıldışı işler listesinde üst sıralarda.
Kadınların camilerde yaşadıkları zorlukları çözebilecekleri
halde bazı imam ve müezzinlerin gereken adımları atmaması başka bir üzücü durum.
Camilerin birincil sorumlusu onlar ve isterlerse cemaati yönlendirebilecekleri
gibi birtakım teknik sorunları ortadan kaldırabilirler. Camilerde çocuk ve
kadınların daha çok bulunması ve daha fazla zaman geçirmesi onlara temizlik,
güvenlik ve düzen bakımından birçok ek sorumluluk getirebilir, bu da onları
çözümün parçası olmaktan alıkoyuyor olabilir.
[1] Konunun
önemine binaen yazılmış daha eski bir yazı için: https://www.hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-huzur-u-ilahi-de-ayricalikli-kullar-kimler-2832
I-
Epeydir banyonun sert zemininde yatıyordu. Bedeni el
yazısındaki E harfi gibi tuhaf bir şekil almıştı. Başı biraz geriye yaslı, yüzü
yukarı dönük duruyor, bedeniyle bacakları tuhaf birer kavis yapıyordu.
Yüksekten düşmüş olmalıydı. Ne kadar zamandır burada yattığını kestirmesi
mümkün değildi. Bedeninin uyuşukluğuna ve hareketsizliğine bakılırsa birkaç
saatten daha uzun süredir burada olmalıydı. Hiç acı duymuyor ama hiçbir yerini
hareket ettiremiyordu. Sırtıyla bacaklarının aynı eksende durmadığı hissi içini
bulandırdı. Acaba omurgası hasar görmüş, felç falan mı olmuştu? Ellerini,
ayaklarını, en azından parmaklarını hareket ettirmeye çalıştı. Bana mısın
demediler? Hiçbirinde en ufak hareket yoktu.
Yukarıdan bakıldığında yattığı yer, -nedense- bir suç
mahalli izlenimi uyandırıyor olmalıydı. Çünkü başkaları gibi sıradan bir
şekilde düşemez, düştüğü yer sıradan bir manzara arz edemezdi. Düşerken -tabi
düştüyse, bir yerlere çarpmış olabilir miydi? Neden düşmüştü? Gözü falan
kararmış, hareket etmeye çalışırken ayağı bir yere takılmış, tökezlemiş miydi? Belki
biri arkasından başına vurmuş ya da onu itmişti. Gerçi neden biri böyle bir şey
yapsındı bilmiyordu. Böyle bir hareket ancak düşmanlıkla açıklanabilirdi. Düşmanı
var mıydı ki acaba? Herkesin düşmanı olabilirdi de arkadan yaklaşıp başına
vuracak, onu bir yerden itecek daha önemlisi ölümünü isteyecek kadar kimin
düşmanlığını çekmiş olabilirdi üstüne?
Hayatında düşmanlar kazanmamak için elinden geleni yapmış,
kimsenin etlisine sütlüsüne karışmamaya gayret etmişti. Dost neyse de düşman;
kazanmayı isteyeceği en son şeydi. İşine gücüne bakar, yanlışa yanlış, doğruya
doğru demezdi. Kimsenin tepkisini çekmemek için bugüne kadar neredeyse hiçbir
konuda fikrini açık etmemiş, hele inandıklarını savunması gerekecek ortamlarda
bir kelime dahi ettiğini duyan olmamıştı. Kavga çıkmasın diye tuttuğu takımı bile
söylemez, futbol muhabbeti açıldığında sessizce dinlerdi. Biraz üstüne gelen
olsa insanların hayatı kendilerine ne kadar zorlaştırdıklarından dem vurup boş
vermenin önemini anlatırdı. Kimseye yer vermesi gerekmesin diye otobüste en
arkaya yürür, minibüste uyuyor numarası yapardı. Sırf şoförlerle, yolcularla
tartışmaya girmemek, önünde duran insanlardan izin istemeyip muhatap olmamak için
kendi durağında inemediği bile olurdu. Öğrenciyken yüz alması gereken kâğıtlara
verilen düşük notlara bile kibrinden itiraz etmemişti. Değerinin kendiliğinden
anlaşılmasını bekliyordu. Böyle tuhaf biriydi işte. Varlığı, yokluğu; yeryüzü
ve insanlık alemi için hiçbir fark teşkil etmese de kendini pek değerli
bulurdu. Bir şeyi düzeltmek için zahmete girmek, terlemek, üzülmek, konuşmak,
dilekçe falan yazmak onun işi değildi. Kendini hiçbir şeyle üzemez, yoramaz,
incitemezdi. İkram gelecekse, varoluşuyla hak ettiği için gelivermeliydi. Ha
yine kimse onu aksaklıklardan şikâyet etmekten alıkoyamazdı. Her şey
başkalarının suçuydu, neden düzeltmek için bir şey yapmıyorlardı? Tabi bu kadar
kamufle olmanın, hiçbir şekilde rengini belli etmemenin yan etkisi yalnızlık
olmuştu. Halbuki kendisine benzeyenler vardı, en azından onların dostluğunu
kazanacağını sanmıştı, öyle olmadı.
Yattığı yerde yüzüne banyo kapısının altından gelen hafif esinti vuruyordu. Canlılığını korumasını bu esinti sağlıyordu. Bedenindeki tek hayat emaresi belli belirsiz nefes alıp verişiydi. Hani o nefes almıyor da nefes ona geliyordu sanki, tıpkı hayattaki duruşunun gerektirdiği gibi. Bu sefer işler kötü, durum, hayat memat meselesiydi. Başının tuhaf, geriye yaslı duruşunun sebebi içgüdüsel olarak hava akımını yakalama ihtiyacı olabilirdi. Birinin gelmesini ve kendisini fark etmesini beklemekten başka çare yoktu. Biri mutlaka gelirdi. Burada böylece ölmesine izin vermezlerdi, veremezlerdi. Bugüne kadar kimse için “orada” olmamıştı ama şimdi birinin gelip kendisini kurtarmasını umuyordu.
II-
Banyoya dişlerini fırçalamak için girdi. Fırçasına macundan
bir miktar sıkarken aklında dünya kadar mesele vardı. Bu macun ne kadar
sürülüyordu fırçaya? Mercimek kadar mı, nohut kadar mı? Tam iki dakika mı?
Dipten uca mı, sağdan sola mı? Neyse neydi? Fırçayı ağzına soktu ve dişlerini
fırçalamaya başladı. Ferah köpük ağzına yayılmaya başlayınca süre meselesi yeniden
geldi aklına. İki dakika bazen çok kısaydı da diş fırçalarken uzun geliyordu
nedense? Yukarıdan aşağı, içten dışa, dıştan içe, sağdan sola, soldan sağa,
aşağıdan yukarı… Bu havluları değiştirmek lazım. Tuvalet kâğıdının yedeğini getirmek
gerek. Şu kremlerin son kullanma tarihlerine bakılsa keşke. Bu diş fırçasını yenileme
zamanı gelmiş midir? Onlar fırça tüketimini arttırmak için firmaların uydurduğu
şeyler… Midir? Klozetin dibi yine kireç bağlamış onu bir ovmak lazım. Bu
eskiyen fırçayla… Yok artık! Bas çamaşır suyunu! Bak nasıl temizleniyor! Ama
çamaşır suyu herkese, her şeye zarar. Ne yazıyordu çamaşır suyunun üstünde?
Sucul canlılar için ölümcül olabilirmiş? Sucul canlı nedir? Hepimiz sudan yaratılmamış
mıydık? Öyleyse bu çamaşır suyu sucullar için ölümcül de karacıllar için
ölümcül değil mi? Sucullar ölüyorsa karacıllar nasıl sağ kalır ki? Birileri
ölürken birileri “sağ” kalabilir mi? Kalsa ona sağ denebilir mi? Karacıl
canlılar karada mı yaşar? Kara ne zaman görünür? Kara görünmezse sudakiler ne
yapar? Daha ne kadar yüzebilirler? Yorulmazlar mı, pes etmek istemezler mi?
Sudakilere bir el uzatmayan bundan sonra kendine ne der? Nasıl nefes alır,
adını ne koyar?
Ağzının içi köpüklü tükürük dolmuştu. Tükürüklü macun sıvısı dudağının kenarından akmaya başlayınca midesi bulandı. Öğürerek lavaboya tükürdü. Tükürüğü kanlıydı. Fırçayı ağzında birkaç kere daha gezdirdi, iki dakika dolmuştur herhalde diye düşünerek suya tutup yerine koydu. Ağzını çalkalayıp lavaboya birkaç kez daha tükürdü. Ellerini, değiştirmeye karar verdiği havluyla kurularken yerde temizlikten kalmış tuhaf şekilli bir toz iplikçiği fark etti. Ne garip! Tozun şekli el yazısıyla yazılmış E harfini hatırlatıyordu. Eğilirken bazı insanların hayattaki duruşunun bu iplikçiğe benzediğini düşündü. Böyleleri mesela sadece sucul canlıları değil, hiçbir canlıyı önemsemezdi. Hayatta hiçbir şeyi düzeltmek için bir çabaya girmez, her türlü ayrıcalığı, ikramı doğal olarak hak ettiklerini düşünürlerdi. Eğilip nemli parmaklarıyla aldı onu ve klozete bıraktı. Havlular birkaç gün daha idare ederdi ama tuvalet kâğıdını yedeklese iyi olurdu. Banyodan çıkıp ışığı kapattı.
https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-el-yazisindaki-e-4311
Esra Özer Duru, Ankara, 4 Eylül 2024.
İsrail, yıllardır Filistin’i, Gazze’yi ölümle soldurmaya çalışıyor. Neredeyse bir yılını dolduran bugüne kadarkilerin en ağır Gazze’yi yok etme harekâtı; kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı demeden bütün çiçekleri eziyor, solduruyor. Her gün onlarca ölüme şahit oluyoruz. Aileler, insanlar parçalanıyor; çocuklar annesiz babasız, anne babalar çocuksuz kalıyor. Gazze’de en az bir uzvunu kaybeden yüzlerce insan var. Sadece insanlar değil; mahalleler, sokaklar, hayvanlar, doğa da İsrail’in merhametsiz, kuralsız, insanlıktan uzak bombardımanlarıyla can veriyor. Camiler, kiliseler, hastaneler, okullar, yardım kuruluşları, zeytin bahçeleri… hepsi soluyor. Ama Gazze ve Filistin, kadim Filistin topraklarına defnettiği her bir evladıyla dünyayı diriltiyor. İşte Ayşenur Ezgi de o evlatlardan biri. Dünyanın dirilişinin bedeli bu kadar ağır olmasaydı keşke…
Ayşenur Ezgi Eygi, daha küçükken ailesiyle birlikte ABD’ye
yerleşti. Şimdilerde birçok insanın düşlediği “Amerikan rüyası” ebeveyni
tarafından sağlandı ona. Seçkin bir üniversiteden mezun oldu, çift anadal yaptı.
Yaşadığı hayat itibarıyla İsrail kurşununa hedef olması çok düşük ihtimaldi. Hani
mezuniyet törenlerinde diplomasını almaya Filistin bayrağıyla, kefiyeyle
çıktığı için alkışladığımız gençler var ya Ayşenur onlardan biriydi. Daha 26
yaşındaydı, hayatının baharındaydı.
Birçok insanın kaybetmekten korktuğu imkânları kenara itti
ve seçimini insanlıktan yana yaptı. Vatandaşlığına sahip olduğu ABD’nin baş
sponsorluğunda İsrail’in bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün zalimleri geride
bırakan zulümlerini protesto etmek için Filistin’e gelerek tamamen sivil bir
eylemde bulundu. Rachel Corrie gibi Uluslararası Dayanışma Hareketi’nin (ISM)
mensubuydu. Rachel, bundan tam 21 yıl önce İsrail buldozeri tarafından ezilerek
katledilirken Ayşenur’u oturduğu zeytin ağacının altında, başına nişan alan bir
İsrail keskin nişancısı öldürdü. Keskin nişancı mutluluktan yerinde zıpladı.
Son 21 yılında İsrail’in zalimliğinden hiçbir şey kaybetmemesini kutladı. Corrie’nin
ailesi, ABD’de ve İsrail’de açtıkları davaları kaybetti çünkü “Corrie
tehlikeden kaçınabilirdi”. Ayşenur da Rachel gibi kalbinin sesini dinlemiş
Filistin’e gitmişti. İstese o da ölümden kaçınabilirdi. Halbuki Filistin’de
ölümden kaçınılabilir ama kaçılamaz! Ayağında pembe patenleri olan çocuklar bile
vurulurken… Filistin’de yaşamanın tabiatı böyle. Ayşenur’un ölümünü farklı
kılan, “beyazlar”ın yüksek standartlarında yaşarken insanlık onuru daha fazla
ayaklar altına alınmasın diye yaptığı seçim!
Sevgili Ayşenur, sen bizim Doğu’ya dair kaybetmeye
başladığımız inancımızı tazeliyorsun. Sen insanlığımızın oraya buraya sapa sapa
ama eninde sonunda menzile doğru ilerleyen yolculuğunun sembolüsün. Sen insanın,
içine doğarak değil, seçerek de doğruyu bulabileceğinin en güzel göstergesisin.
Sen insanın içindeki “doğu”nun o batıda da yetişse eninde sonunda açığa
çıktığının ve güneşi doğurmaya muktedir olduğunun ispatısın. Sen, başka başka
mıknatıslar yüzünden doğusunu batısını şaşıran kalplerin doğruyu gösteren
sağlam pusulasısın. Eğer iznin olursa arkandan hiç olmazsa bir gıyabi cenaze
namazı kılalım. Sen kalbindeki doğudan güneşi doğurarak Rabbine giderken biz
senin bu kutlu yolculuğuna yüreklerimizden mahcup bir dua bırakalım.
https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-sevgili-aysenur-musaaden-olursa-4302
Esra Özer Duru, Ankara, 11 Eylül 2024.
Dikkatini genellikle istediği gibi, istediği kadar, istediği noktaya yoğunlaştırabilen bir kuşağın çocukları olarak son yıllarda bir panik hissediyoruz. Dikkatimiz toplanmıyor, çabuk dağılıyor, okuduğumuz metni anlayamıyor, yaptığımız işi gerektiği sürede tamamlayamıyoruz. Bunun bir sorun olduğunu fark eden ve üstüne düşünen bizden başka insanlar var, dikkatimizi gerektiği gibi odaklayabilmemiz için uygulamalar tasarlıyor, tavsiyeler veriyorlar. İşte Yazar Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabı da bu endişelerle kaleme alınmış. Hari, kitap boyunca dikkat sorunlarımız üzerine düşünüyor, araştırmalar, görüşmeler yapıyor. Dikkatimizin dağılmasındaki unsurları önemli önemsiz demeden tek tek inceliyor.
Yazar, kitabın daha başında sorunun ortaya yeni çıkmadığını,
Orta Çağda keşişlerin benzer sıkıntılardan muzdarip olduğunu ama şu an insanlığın
1930’lardan beri karşılaştığı en büyük dikkat krizini yaşadığını anlatıyor. Hari,
dikkatimizin odaklanmaması ile ilgili kendimizi suçlama eğilimimize işaret
ediyor. Bu suçluluk, bizim asıl sebepleri gözden kaçırmamıza ve çözüm
noktasından uzaklaşmamıza neden olduğu için “Doğru teşhis, tedavinin yarısıdır”
fikri uyarınca asıl sorumluları da araştırıyor.
Hari, dikkatimize zarar verici unsurların birçoğunun
kökenini sosyal medya uygulamalarının özelliklerinde ve bunların yol açtığı
kısır döngülerde buluyor. Bunları; hızlanma, yorum/beğeni alma ihtiyacı,
sayfaların/içeriklerin sürekli kaydırılarak yenilenmesi (sonsuz kaydırma),
doğru ya da yanlış daimi bir bilgi akışının olması, içeriklerin sürekli
değişmesi nedeniyle kaçırma endişesi, zihnimizin akış halinin engellenmesi,
fiziksel ve zihinsel bitkinliğin artışı, sorunun kökenini göremeyip bireysel davranış
değişikliğiyle çözebileceğini sanma, stresi tetikleyen bir teyakkuz hali,
beslenme düzeninin bozulması, kirliliğin artması, DEHB’nin (Dikkat Eksikliği ve
Hiperaktivite Bozukluğu) artışı ve buna karşı alınan tedbirler, çocuklarımızı
maruz bıraktığımız fiziksel ve psikolojik kapatılma olarak özetleyebiliriz.
Dikkat yoğunlaştırma sürelerinin ne kadar düştüğünü
anlayabilmek için, öğrencilerin 65 saniyede bir meşgul oldukları şeyi bırakıp
başka şeylere geçtiğini, ofiste çalışanların, tek bir işle ortalama üç dakika
meşgul olabildiğini bilmek bir fikir verebilir. Üstelik bir işe odaklanmışken
dikkatiniz başka bir yere kaydığında yeniden aynı odaklanma yoğunluğuna ulaşmak
23 dakika sürüyor. Bilgisayar üreticilerinin icat ettikleri “çoklu görev” de az
zamanda çok iş yapmamıza değil kapasitemizi düzgün kullanamamamıza hizmet
ediyor. İki görev arasında gidip gelirken en az 20 dakika kaybediyoruz. Normalde
hiç yapmayacağımız hatalar yapıyoruz. Beynimizin serbest gezinirken
kendiliğinden kurduğu bağlantılar, bulduğu yeni fikirler kayboluveriyor. Aynı
anda iki iş yapalım derken neyi, nereye, koyduğumuzu ya da nasıl yaptığımızı
hatırlamadığımızı fark ediyoruz. Çünkü beynin meşgul tutulması anı oluşumunu
engelliyor, hafıza daralıyor. Uzun metinler, kitaplar okuyabilme yeteneğimiz
azalıyor. En basiti satır takip etme alışkanlığımızı kaybediyor, gözlerimizi
ekrandaki metnin üzerinde oradan oraya gezdiriyor, metne göz atıyoruz. Bu durum
da okuduğumuzu anlama oranımızı da düşürüyor.
Gidişattan kim mutlu?
Hari’nin bulduğu veriler, odaklanamayan insanların, karar
alma geriliminden kaçınmak için kendilerinin düşünmesini, karar almasını
gerektirmeyen çözümlere yöneldiğini, bunun da otoriterleşme eğilimini arttırdığını
gösteriyor. Yazar, “wired” kelimesinin İngilizcede hem “manik, aşırı bir zihin
durumu içinde olmak” hem de “çevrimiçi olmak” anlamlarına geldiğine dikkat
çekiyor. Aynı kelime Türkçede “kablolu” anlamı da taşıyor. Son yıllarda bazı
hayatların prize bağlı geçtiğini düşününce durum daha çarpıcı bir hal alıyor.
Birçoğumuz iletişimlerimizin yüzeyselliğinden, eski vefalı
arkadaşlıkların, zevk aldığımız derin sohbetlerin azaldığından şikâyet
ediyoruz. Hari, bunun sebebini de içinde bulunduğumuz dikkat depreminde
buluyor. Bu depremin en önemli ve kötü sonucu olarak derinliği kaybediyoruz.
İnsan ilişkilerinde, hayata bakış açımızda incelikler, derinlikler yok oluyor
çünkü bunların hiçbirine vakit ve dikkat kalmıyor. Sosyal medyanın ödül
mekanizmaları gerçek hayattan çok daha hızlı çalıştığı ve popülerliği arttırdığı
için insanlar iletişimlerini oraya yönlendiriyor. Hayatın akışını kabullenmeyi,
ona saygı göstermeyi unutuyoruz. Orada zaman geçirdikten sonra içimiz büyük bir
sıkıntı, muğlak bir hüsran duygusuyla kaplanıyor, küçülüyor yüzeyselleşiyoruz.
Ekranların ışığı vücudumuzun biyolojik ritmini bozuyor, her
an bir iş geleceği beklentisi rahat bir uyku uyumamızı engelliyor. Yazarın
deyimiyle telefonlarımıza “bebek” muamelesi yapıyor, gece boyunca rutin
aralıklarla onları kontrol ediyoruz. Bedenimiz ve beynimiz hem fiziksel hem de
psikolojik olarak dinlenme/yenilenme moduna bir türlü geçemiyor. Uyumamanın
sonu yine aynı kapıya çıkıyor. Dikkat dağınıklığı, gerginlik, sürekli yapacak
bir işi varmış gibi hissetmenin huzursuzluğu. Hiçbirimiz işlerimizi tamamlayıp
başarıya/sonuca ulaşmanın huzurunu yaşayamıyor, hissedemiyoruz. Sürekli uyanık
olmamız hem bize iş paslayan amirlerin hem de şirketlerin işine geliyor. “Kapitalizm
daha az uyumamızı istiyor çünkü uykuda olduğumuzda para harcamıyor yani hiçbir
şey tüketmiyoruz. Sağlıklı ölçüde uyku uyumaya geri dönmemiz ‘ekonomik sistem
için bir deprem etkisi yaratır’. Uykusuzluğumuzun dikkat becerisinde yarattığı
arızalar ikincil bir zarar sadece: Ticaretin bedeli. Bu noktanın ne kadar
önemli olduğunu bu kitabı yazmayı bitirirken anladım ancak” diyor Hari.
Gözetim Kapitalizmi ya da Algoritma
Bu durumların genel sonucu olarak huysuzluk, obezite,
konsantrasyon sorunları, DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu),
uyku bozuklukları, kafein bağımlılığı ortaya çıkıyor. Merak etmeyin Meta
şirketler, “imdadınıza” koşuyor. Sizi takip eden, ne istediğinizi ya da
nelerden şikâyetçi olduğunuzu bulup size uygun ürünleri öneren sistemler
geliştiriyor. Yazarın görüştüğü uzmanlardan biri bu takibi şöyle ürkütücü bir
örnekle izah ediyor: “Facebook, Google vb. sunucularının içinde bizi temsil
eden ufak ‘vudu bebekleri’ olduğunu hayal edin. İlk başta bize pek benzemiyorlar.
Genel bir insan tipi daha ziyade. Sonra tıklama izlerimizi (üstüne tıkladığımız
her şeyi), kestiğimiz ayak tırnaklarını, dökülen saç tellerimizi (aradığımız
her şeyi, çevrimiçi hayatımızın en ufak ayrıntılarını) topluyorlar. Anlamlı
olduğunu düşünmediğimiz onca meta-veriyi bir araya getiriyorlar ve bebek bize
gitgide daha çok benziyor. Sonra örneğin Youtube’a girdiğimizde bebeği
uyandırıp yüz binlerce video deniyorlar üstünde, hangisinin etkili olduğuna,
hangisinde kollarının kıpırdadığına bakıyorlar ve sonra bunu bize sunuyorlar.”
Bebeğinizi oluştururken daha önce de söylediğimiz gibi
algoritma sizi ödül/ceza sistemiyle deyim yerindeyse terbiye ediyor,
evcilleştiriyor. Yazara göre; gerçek dünyada ödül ve cezaların hemen gelmemesi
nedeniyle var olmak zaten zorken sanal dünyanın ödüllendirme sistemi yüzünden
daha da zorlaşıyor. Çünkü insanlar onaylanmaya duydukları açlık nedeniyle sanal
alemde kalmayı ve her paylaşıma yorum yapmayı ya da almayı daha çok istiyor. Algoritmalar
sizi neyin harekete geçirdiğini, nelere bakmayı sevdiğinizi, nelere kızdığınızı
yani size özgü tetikleyicileri öğreniyorlar. Bunun neticesi olarak bir şeye
kızdığınızda daha dikkatsiz, daha az anlayışlı olacağınızı keşfetmiş
durumdalar. Seçimlere yön verip marjinal milliyetçi akımları öne çıkararak
destekliyorlar. Öfkeleneceğiniz paylaşımları daha çok göstererek kendinizi
öfkeyle çevrelenmiş hissetmenizi ve avunmak için daha çok sosyal medyada
kalmanızı sağlıyorlar. Ayrıca negatif paylaşımların dolaşımının arttırılması
nedeniyle sadece bireyleri değil toplumu da ateşe veriyorlar.
Harcanan en önemli potansiyel: Gençlik
Bütün bunların en değerli kurbanı gençlik oluyor. Kolayca
DEHB tanısı konan çocuklar ve gençler, birtakım ilaçların bağımlısı oluyor. Bu
bozukluk nedeniyle gerçekten acı çeken insanlar görünmez hale geliyor. Hayattan
yalıtılan, sokakta oynayamayan, arkadaş edinemeyen çocuk ve gençlerde bu
bozukluğun belirtileri görülüyor. Çocukluk büyük ölçüde kapalı kapılar ardında
yaşanıyor; çocuklar serbestçe oyun oynama, keşifler yapma imkânını bulamıyor.
Dikkatin hayati biçimleri olan ikna, müzakere, tahammül, sabır, hoşgörü,
hüsranla baş etme gibi yeteneklerini geliştiremiyorlar. Oyunun sağladığı
canlılığı, neşeyi tadamıyor, kendilerini yeterli görmüyor; büyüklerinin
rehberliği olmadan bir şey yapabileceklerine inanmıyorlar. Eğitim
sistemlerindeki çıkmazlar da onların bu durumunu körüklüyor. Saatlerce hareket
etmeden kapalı bir mekânda ilgi alanlarının çoğu zaman dışında dersler dinlemek
onları bir şey öğrenmekten alıkoyuyor. Öğrenmedeki mutluluğu tadamayan,
istediği bir hedef belirleyemeyen çok sayıda genç kendisini ifade etmek için
başka alanlar arıyor. Gerçek dünyada hüsrana uğradıkça sanal alemlerde yalandan
kaleler inşa ediyorlar; öfkeli, saygısız bir o kadar da kırılgan ve dayanıksız
hale geliyorlar.
Çözüm Önerileri
Hari, bu bölümde hem kişisel hem de toplumsal olarak bazı
çözüm önerileri sıralıyor. Öncelikle istilacı teknolojilerin devletler
tarafından denetlenmesi ama bunun sansüre dönüşmemesi için bazı teklifleri var.
Ona göre gözetim kapitalizmini doğrudan yasaklayabilir, bu tip şirketlerin
çevrimiçi hareketlerimizi takip etmesini, kişisel verilerimize ulaşabilmesini
engelleyebiliriz. Bunu sansüre dönüşmeden mesela abonelik modeli ya da bu
şirketlerin hükümetten bağımsız kamu mülkiyetindeki şirketlere (BBC örneğindeki
gibi) dönüştürülmesi formülüyle yapabiliriz. Bu öneriler oldukça zor, kapsamlı
ve şirketlerin, devletlerin işine gelmeyecek öneriler. Üstelik geçtiğimiz
birkaç yılda meta şirketlerinin Türkiye’de temsilcilik açmayarak hem yasal hem
de mali birtakım yükümlülüklerden kaçmaya çalıştığını gördük. Gelişmiş
ülkelerde bazı konular için denetim mekanizmaları üzerinde uzlaşılsa da (çocuk
pornosu vs) kendi belirledikleri prensipleri bile istedikleri gibi eğip
büktüklerini biliyoruz. Gazze örneğinde, Gazze’de yaşanan soykırımı dünyanın
dikkatine sunmaya çalışan birçok hesap sansürlendi, milyonlarca takipçisi
olmasına rağmen kapatıldı. Şirketler, yarattıkları sanal dünyalarda
demokrasiyi, sansürü bildikleri gibi uyguluyorlar.
Sosyal medya uygulamalarının bildirim sayısına sınır
getirilmesi, öneri seçeneğinin kapatılması, sonsuz kaydırmanın kapatılması,
kullanıcının sayfanın sonuna geldiğini fark edip devam etmek ya da etmemek
arasında bilinçli bir seçim yapabilmesini sağlayacak kısa da olsa bir karar
alma süreci gerektirecek bir ayar yapılması da yine meta şirketleri yapmak
zorunda bırakabileceğimiz düzenlemeler. İş dünyasına düşen çözümler de var ki
bunlar hiçbir işyerinin işine gelmeyecek öneriler. Evden çalışmanın arttırılması,
çalışana belli bir saatten sonra bağlantıyı koparma hakkı tanınması gibi.
En önemli ve dönüştürücü çözüm; çocuklara ve eğitime
yaklaşımın, eğitim yöntemlerinin değiştirilmesi. Çocuklarımızı sokakta oyun
oynamaya teşvik etmek ve bunu kolaylaştırmak, çocukların okulda geçirdiği
süreyi sınırlamak, bu zaman zarfında fiziksel aktiviteler yapabilmelerine uygun
altyapıyı sağlamak ve bu faaliyetleri teşvik etmek, sınavları kaldırmak,
araştırmaya yönelik ödevler vermek, ders sürelerini kısaltmak gibi.
Hari, kullanıcı odaklı tedbirleri tuzu kurular için olduğunu
bilse de sıralıyor. Bunlardan bazıları, telefona bakma isteği geldiğinde geçene
kadar on dakika beklemek, her gün ne yapacağına dair ayrıntılı bir program
oluşturmak, bildirim ayarlarını kapatmak, telefonunuzu belli bir süre
kilitleyebileceğiniz uygulamalar kullanmak, mutlaka sekiz saat uyumak. Hari’nin
dönüştürücü kişisel tedbirleri ise odaklanma becerimizin büyüyüp potansiyeline
ulaşabilmesi için çocuklarda oyunun, yetişkinlerde akış hallerinin, kitap
okumanın, sizin için anlamlı faaliyetler keşfetmenin, egzersiz yapmanın, doğru
dürüst uyku uyumanın, sağlıklı bir beynin gelişmesini sağlayan temiz ve
besleyici gıdaların ve güvenlik hissinin önemine işaret ediyor. Yazar, korunmamız
gereken şeyleri ise, aşırı hız, bir işten öbürüne geçip durmak, çok fazla
uyaran, zihninize girip sizi kendine bağlamak için tasarlanmış istilacı
teknolojiler, stres, bitkinlik, gerginlik yaratan boyalarla dolu işlenmiş
gıdalar, kirli hava olarak sıralıyor. Hari, çözümün çok yönlü olması nedeniyle hep
birlikte hareket etmeyi gerektirdiğini vurgulayarak dikkatimizi ateşe veren
kuvvetlere karşı mücadele edip onların yerine iyileşmemize yardımcı olacak
kuvvetleri geçirmemiz gerektiğini ifade ediyor.
Sonuç
Dünya hızlanıyor. Bu süreç kolektif dikkat aralığımızı
daraltıyor. Ekonomik büyüme toplumu düzenleyen merkezî ilke konumunda. Bunun
sürekliliğini sağlamanın ilk yolu bir şirketin yeni pazarlar bulması. İkincisi
ise mevcut tüketicilerini daha fazla tüketmeye ikna etmesi. Tıpkı Orta Çağ’dan
Yeni Çağ’a geçişteki sömürge yarışında olduğu gibi. Sömürgecilerin gemilerle,
el değmemiş, kaynaklarına dokunulmamış yeni karalar bulmak için yaptığı
yolculuklar; yerini hükmedilecek yeni zihinler bulmak için üretilen
uygulamalara bırakmış durumda. Başka hedefleri var mı bilinmez ama zihinlerimize
hükmetmeyi sadece daha fazla para kazanmak için yapıyor olmaları da kötülük
olarak yeterli. Bu uğurda her şeyimizi bize yeniden satabilmek için çeşit çeşit
tuzaklar kurabilirler. Bildiğiniz emperyalizm yani! O zaman yerlilere kızamıklı
battaniyeleri hediye eden sömürgeciler, şimdi de Facebooku, İnstagramı,
TikToku, YouTubeu… diğerlerini “sunuyorlar”. Kendi halinde bir insanı elbette
sevmezler. Çünkü böyle bir insan sistemi tehdit ediyor. Bu tabloya bakınca aslında
bizim onlardan değil, onların bizden korkması gerekiyor. Ama en büyük
avantajları, insanların ortak potansiyel gücünün farkında olmayışı. Yan
hasarlar zaten çok da umurlarında değil. Şişmanlamış mıyız, dikkatimiz mi
dağılıyor, kalp krizinden gencecik ölüp gidiyor muyuz, uykusuz muyuz, sürekli
depresif miyiz? Mevzu değil. Hepsinin “çaresi”ni üretir, yeni yarattıkları iş
alanlarından yeniden para kazanırlar.
Peki bunları öğrendiğimiz ya da tekrar hatırladığımız bu noktada; kaybettiklerimiz uğruna, büyük meta şirketlerinin kendilerine atfettikleri “dünya üstündeki herkesi birbirine bağlamak” gibi “büyük, yüce bir amaç”la kurdukları ağda bulunmayı tercih edip etmeyeceğimiz sorulsa ne cevap verirdik?
https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-sadece-dikkatimizi-mi-caliyorlar-4287
Esra Özer Duru, Ankara, 28.8.2024.
Sosyal medyada karşımıza sık sık “ahlaki ikilem” testleri çıkıyor. Testlerin ana prensibi; çoğunluğun iyiliği için azınlığı feda edip etmeyeceğimiz. “Yokuştan hızla inerken arabanızın freni patladı. Bir tarafta tek bir çocuk öbür tarafta onlarca insanın alışveriş yaptığı bir pazar yeri var, direksiyonu hangi tarafa kırarsınız?” Bu testleri hazırlarken hikâyenin içine mutlaka bir çıkmaz yerleştirilerek seçim daha zor, daha karmaşık hale getiriliyor. Biraz komplo teorisi olmakla birlikte bu testler algoritmaların insanlığımızı test etme biçimleri sanki. Çünkü böyle durumlar; kahramanlarını ya da kötülerini farazi düşünülürken değil gerçekten yaşanırken ortaya çıkarıyor. Testi çözerken doğru seçimi yapmak basitse de hayatı yaşarken tarihin doğru tarafında yer almak çok zor olabiliyor. İşte Filistin de 1948’den beri dünyanın turnusol kâğıdı.
Netanyahu, ABD kongresinde onlarca kez ayakta alkışlanırken akla
ünlü Yahudi yazar Hannah Arendt geldi. Arendt, 1948’de ABD’yi ziyaret eden
İsrailli aşırı sağcı ve bugün Netanyahu’nun başkanlığındaki Likud’un kurucu
babası Menachem Begin’i ve liderliğindeki İrkud’u terör örgütü olarak
tanımlamıştı. Einstein’ın da aralarında olduğu 30 liberal sol Amerikalı
Yahudiyle New York Times’e bir ilan vermiş ve bu Yahudi örgütünü Holokost’tan
sadece 3 yıl sonra Nazilere benzetmişti. Tarihin doğru yerinde durmak böyle bir
şey olsa gerek.
Kötülük sıradan mıdır?
Aynı Arendt, 1961 yılında İsrail’in Arjantin’den büyük ve
zorlu operasyonlarla kaçırıp İsrail’e getirdiği ve neredeyse soykırımın tek
suçlusu gibi yargıladığı Adolf Eichmann’ın duruşmalarını izledi. Bu süreç ona
önce bir makale sonra da Kötülüğün Sıradanlığı isimli en tartışmalı eserini
yazdırdı. Yargılanma sırasında
Eichmann’ın mahkeme ve mahkemeyi izleyenler tarafından baştan mahkûm edildiğini,
kendi avukatının bile müvekkilini savunmak için en gerekli, en temel delilleri
mahkemeye sunmadığını gören Arendt, sözünü esirgemedi.
Kitabında, aşağı yukarı bütün Avrupa’yı soykırıma ortak eden
süreci ve aktörleri özetleyen Arendt, Hitler’in ya da onun emir erlerinin
katliamın tek sorumlusu olmadığını savunarak, Nazilerle iş birliği yapan
Yahudiler başta olmak üzere bu kötülükteki pay sahiplerini gözler önüne serdi.
Eichmann’ın “aslında Yahudileri öldürmeye değil, kurtarmaya çalıştığını” samimi
bir şekilde anlattığını gören Arendt, onun, kötünün kendisi değil, sadece
verilen emirleri uygulamış “dürüst ve sıradan” bir asker olduğunu fark etti. Hatta
Eichmann, tıpkı Yahudi Jon ve David Kimche, Macar-İsrailli Avukat Gazeteci
Rudolf İsrael Kastner gibi “uygun malzemenin” kurtulmasını sağlamak için
elinden geleni yapmıştı.
İşbirlikçi Yahudilerin varlığından bahsederken de amacı
kurbanı suçlamak değil, kötülüğün sıradanlığına; Yahudi soykırımı sürecinde ve
Eichmann’ın yargılanmasında suçluları, sorumluları net bir şekilde ayırt
etmenin imkansızlığına dikkat çekmekti. Arendt, kötülüğün, belli bir insanın
içsel kötülüğüne atfedilerek çözülemeyeceğini savunurken bu yargısına birtakım
örnekler verdi. Hitler’in savaştan önce kendi vatandaşı 50 bin akıl hastası
Almanın öldürülmesine yol açan emrini; tüm Avrupa’da Yahudilerin takibi, tespiti,
yakalanması, trenlere bindirilmesi hatta gaz odalarına gaz verilerek
öldürülmesi, cesetlerinden altın dişlerinin sökülmesi, saçlarının kesilmesi, kıymetli
mallarına el konması, Yahudi yıldızlarının satışı gibi işlerde yine Yahudilerin
Nazilerle iş birliğini, alacağı tepkileri bilmesine rağmen sayıp döktü. “Yahudilerin
yaşadığı her yerde tanınmış Yahudi liderleri vardı ve bu liderler neredeyse
istisnasız olarak öyle veya böyle, şu veya bu nedenle Nazilerle iş birliği
yapıyordu. … Yahudi Konseylerinin talimatlarına uymasalardı, bu insanların
yarısı kurtulabilirdi. … Nazilerden -dolayısıyla Yahudi Konseyinden de- kaçıp
saklanan yirmi ila yirmi beş bin kadar Yahudinin onbini yani yüzde kırk ila
ellisi hayatta kalabildi” diyerek durumun çarpıcılığını gözler önüne serdi.
Arendt, İsrail’deki mahkemede, sanık Eichmann’ın Yahudilerin
öldürülmesinden sorumlu tutulmasına şiddetle karşı çıkarken Çingenelerin,
Klavların, Romanların öldürülmesindeki payını kabul ettiğine ama mahkemenin
ısrarla bu kayıpları anmadığına da dikkat etti. İsrail, Holokost efsanesini
gölgeleyecek başka bir kitlesel ölümün anılmasını istemiyordu. Eichmann’ın,
sadece Yahudilerin ölümüne yol açtığı eylemlerinden sorumlu tutularak, idamına
karar verildi. Üstelik itiraz, temyiz gibi hiçbir hakkı tanınmadı. Karar
çıktıktan sonra üç gün içinde idam edilip cesedi yakılarak külleri Akdeniz’in
sularına döküldü. Arendt, bütün detaylarıyla izlediği bu mahkeme sürecinden
sonra, BM’de İsrail kullansın diye icat edilen hukuki ilkelerin bizzat İsrail
tarafından nasıl çiğnendiğini ve gelecekte de Gazze özelinde nasıl çiğneneceğini
63 yıl önceden görmüştü.
İfade özgürlüğü kime kadar?
Alman Yeşiller Partisinin desteklediği Heinrich Böll Vakfı,
Rus Yahudisi Masha Gessen’e Putin’i sert bir şekilde eleştirdiği, Rusya ve
dünyada yaşanan otoriterleşme sürecini çarpıcı bir şekilde anlattığı için
Hannah Arendt 2023 ödülünü layık gördü. Derken Gessen, ödülünü alma zamanı
gelmeden önce İsrail’in Gazze’deki işgaline tepki göstererek Gazze’yi Nazi
işgali altındaki bir Yahudi gettosuna benzettiği bir yazı yazdı. Yazı tabii ki
Siyonistlerden tepki gördü. Gessen ne cüretle Holokost’un biricikliğine gölge
düşüren ifadeler kullanırdı? Böll Vakfı önceden açıkladığı ödülü ne yapıp da
iptal edeceğini bilemedi. Tuhaf durumlar yaratarak ödülü neredeyse bir ev
partisinde Gessen’e takdim etti. Gessen bu yazısından sonra “İkinci Arendt”
olarak adlandırıldı. Dünyanın kalanıysa; bir yanda hâkim güçlerin sevmediği
birine yapılan eleştirilerin “fikir özgürlüğü” olarak ödüllendirildiğini; diğer
yanda Holokost edepsizliğiyle o hâkim güçleri zapturapt altına alanlara toz
kondurulmadığını bir kez daha gördü. Sosyal medyada Gazze paylaşımlarına
uygulanan sansür de işin tuzu biberi.
Gazze’de olanı biteni anlayabilmek hala mümkün değil.
Arendt’in kötülüğün sıradan bir şey olduğu tespiti isabetli olduğu kadar iç
yakıcı. Bir zamanlar Nazilerin mazlum ettiği bir halkın mensupları, kendilerine
uygulanan zulmün aynısını, o zulümde hiç dahli olmayan bir halka uyguluyor.
Yarı insan yarı robot cyborglar gibi duygusuz, sıradan bir şekilde kendilerine
verilen katliam emrini yerine getiriyor. Tıpkı “propagandayla inşa edilmiş
vatan-millet toplumu, Nazi Almanyası”nda olduğu gibi bir Nazi İsraili var.
Gelelim bu yazının ahlaki ikilem sorusuna: II. Dünya Savaşı
sırasında hayatta olsaydınız, birlikte yiyip içtiğiniz, çocuklarınızın birlikte
oynadığı, kimin kimden hangi yemek tarifini aldığının unutulduğu, anahtarınızı
bıraktığınız, balkonunda çamaşır kuruttuğunuz Yahudi komşunuzu mu kurtarırdınız
yoksa sadık bir Alman vatandaşı gibi komşunuzun aralarında olduğu yüz binlerce
Yahudinin, kadın, çocuk demeden kamplara gönderilmesine seyirci mi kalırdınız?
Yani kötülüğün sıradanlığı mı cezbederdi sizi? Ya da bu uğurda adınızın hiç
anılmayacağını bile bile aynaya ölene kadar rahat bakabilmek adına kendi
çapınızda kahraman olmayı mı seçerdiniz?
Not: Bu yazıyı yazmaya çalışırken Hamas’ın Lideri İsmail Heniyye şehadete erdi, Rabbine kavuştu. Oğlunun deyimiyle; onun kanı Gazzeli çocukların veya kişilerin kanından daha kıymetli değildi. Biz yine üzüntümüzü dile getirecek kelime bulamadık. Şüphesiz Allah merhamet edenlerin en merhametlisidir. İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun.
https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-aynalara-bakabilmek-4262
Esra Özer Duru, Ankara. 8.8.2024.
“Schrödinger’in Kedisi”; kuantum mekaniğinin temel dalga denklemi problemlerinin günlük nesnelere uygulanışını ele alan meşhur bir fizik kuramıdır. Kuramı 1935’te Avusturyalı fizikçi Erwin Schrödinger yazmıştır. Düşünsel deneyde; canlı ve sağlıklı bir kedi, küçük bir şişe zehir ve radyoaktif bir kaynakla kapalı bir kutuya bırakılır. Radyoaktif kaynağın bir saat içinde ışıma ihtimali ışımama ihtimaline eşittir. Kaynak ışırsa içerideki sensör radyoaktiflik algılayacak, şişeyi kıracak mekanizmayı çalıştıracak ve zehir kediyi öldürecektir; ışımazsa sensör herhangi bir radyoaktivite algılamadığı için mekanizmayı çalıştırmayacak ve kedi zehirlenmediğinden canlı kalacaktır. Burada en önemli rol gözlemcinin/şahidin rolüdür. Çünkü gözlemci kutuya bakana kadar kedi hem ölü hem diridir. Başka bir deyişle gözlemci, ölüme ya da hayata şahit olacaktır. Kutuya bir kez bakıldığında ise biri dışında tüm ihtimaller ortadan kalkar.
Kuramın, ihtimallerin çokluğuna dayanarak sonuçların
çeşitliliğine yaptığı vurgu, onu ileriki yıllarda siyaset, edebiyat, müzik,
sinema, dizi, video oyunu, çizgi roman gibi alanlarda popüler kılar. Ayrıca Schrödinger’in
Kedisi fizik kuramı olmasına rağmen bu bilimin ötesine geçerek felsefi bir tartışmaya
da ilham kaynağı olur. Buna göre, bir “gerçeklik”, biz onu gözlemlediğimiz
sürece vardır. Halbuki gerçek hayatta, gözlemlenen olay, onu gözlemleyenlerden
bağımsız olarak kendi oluşturduğu koşullarda varlığını sürdürür.
Bir süredir İsrail’in Gazze’de işlediği suçlar, Gazzelilere uyguladığı
soykırım günlük gündemimizde gerektiği kadar yer almıyor. Bu da haliyle zulmün,
acının, dökülen kanın azaldığı yönünde bir zanna sebep oluyor. Aslında bu göz
aldanması (illüzyon) zulüm azaldığı için değil, biz Gazze’ye daha az baktığımız
için ortaya çıkıyor. Hatta bakmadığımız için görmediğimiz ya da zulüm bitti
zannettiğimiz birçok coğrafya mevcut. Bu da insanın aklına “acının algısal
bir hiyerarşisi mi var?” sorusunu getiriyor. Bir zulüm coğrafyasına
bakışımızın derinliğini; zalimin kim olduğu, zulüm görenlerle tarihsel,
kültürel, dini hatta mezhebî bağımız ve coğrafi yakınlığımız belirliyor. Öyle
ki değişik bölgelerde çekilen acılar, gündemlerde kendilerine ölü, yaralı,
mülteci, mağdur sayılarının çokluğuna/azlığına göre yer buluyor. Dünyanın
soykırım karnesinde, aylardır acılar içindeki Gazze’yle birlikte başka
soykırımlar da listeleniyor.
Sudan:
Sudan yıllardır diktatörlük, darbe ve iç savaş yüzünden acı
çekiyor. 25 milyon Sudanlı, acil insani yardıma muhtaç. 9 milyon insan evini
terk etmiş. Sudan’da kimin kimi öldürdüğü bile belli olmayan Darfur olayları
sırasında 200 binden fazla insan hayatını kaybetmiş. Son bir yıl içinde de 16
bin kişi daha ölmüş. Kitlesel ölümlere yol açacak büyük bir açlık krizinin gölgesi
ise çoktan ülkeye düşmüş durumda.
Doğu Türkistan:
Uygur Türkleri, yurtları Doğu Türkistan’da 1950’lerden beri
Çin’in sistemli soykırımına maruz kalıyor. Çok sayıda Müslüman Uygur Türkü,
gizli gözaltı kamplarında tutuluyor ve birçoğundan haber bile alınamıyor. Çin, Uygurları,
bölgeden, tarihten kazımak, hiç yaşamamış gibi gösterebilmek için akıl almaz
zalimlikler yapıyor, camileri yıkıp tahrip ediyor, Uygur mezarlıklarını yok
ediyor, sağ kalanların soy bağlarını ortadan kaldırıyor.
Arakan:
“Dünyanın en çok zulüm gören azınlığı” olan Müslüman Arakan
halkı, Budist Myanmar hükümeti tarafından 1970’lerden beri soykırıma tabi
tutuluyor. 1 milyondan fazla Arakanlı ülkesini terk etmek zorunda kalmış. Çoğu Bangladeş’teki
mülteci kamplarında hayat mücadelesi veriyor. Myanmar hükümetinin inkârına ve
ağır sansürüne rağmen, zulüm kayıt altına alınmış durumda. 2016’dan beri 24 bin
Arakanlı öldürülmüş. 18 bin kadın ve kız çocuğu tecavüze uğramış, 116 bin
Arakanlı dövülmüş, 36 bin Arakanlı yakılmış.
Kongo:
Afrika’nın ortasında verimli elmas, altın, bakır, kobalt,
koltan madenlerine sahip Kongo’da çok uzun zamandır yerli halklar arasında “iç
savaş” yaşanıyor. 1998-2008 arasındaki on yıllık dönemde 5.4 milyon insanın
öldüğü 5 milyon insanın da yerinden edildiği Kongo, en çok ihmal edilen mülteci
krizine sahne oluyor. 120 isyancı grup, çeşitli yoğunluklarda birbirleriyle ve
yönetimle sürekli çatışma halinde. Kongo halkı açlık, şiddet, ayrımcılık,
fakirlik, yolsuzluktan oluşan bir zulüm ikliminde yaşamak zorunda. Şiddet o
kadar korkunç ki, isyancı gruplar küçük yaşlardaki çocukları savaştırmaktan
çekinmiyor.[1]
Şahitlik meselesi
İnsanlığın hali pür melaline bakınca önümüzde kutulara
kapatılmış çok sayıda “kedi” bulunuyor. Ne kadar anlamazdan gelirsek gelelim
gözlemci olarak ölüme şahit olup duruyoruz. Acıların hiyerarşisi mi var yoksa çoktan
yazıldığımız şahitlikten mi kaçınıyoruz bilinmez ama dünyanın dört bir
tarafında zulüm var, bizim önlemeye gücümüz yetmiyor, acziyetimizle sınanıp
duruyoruz. Sessizliğimiz zalimlere cesaret veriyor.[2]
Esra Özer Duru, Ankara, 13.07.2024.
[1] Bunun
için Kongo’da değil, başka bir Afrika ülkesi Sierra Leone’de geçen Kanlı Elmas
filmini izlemenizi önerebiliriz.
Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...