30 Ağustos 2024

SADECE DİKKATİMİZİ Mİ ÇALIYORLAR?

Dikkatini genellikle istediği gibi, istediği kadar, istediği noktaya yoğunlaştırabilen bir kuşağın çocukları olarak son yıllarda bir panik hissediyoruz. Dikkatimiz toplanmıyor, çabuk dağılıyor, okuduğumuz metni anlayamıyor, yaptığımız işi gerektiği sürede tamamlayamıyoruz. Bunun bir sorun olduğunu fark eden ve üstüne düşünen bizden başka insanlar var, dikkatimizi gerektiği gibi odaklayabilmemiz için uygulamalar tasarlıyor, tavsiyeler veriyorlar. İşte Yazar Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabı da bu endişelerle kaleme alınmış. Hari, kitap boyunca dikkat sorunlarımız üzerine düşünüyor, araştırmalar, görüşmeler yapıyor. Dikkatimizin dağılmasındaki unsurları önemli önemsiz demeden tek tek inceliyor.

Yazar, kitabın daha başında sorunun ortaya yeni çıkmadığını, Orta Çağda keşişlerin benzer sıkıntılardan muzdarip olduğunu ama şu an insanlığın 1930’lardan beri karşılaştığı en büyük dikkat krizini yaşadığını anlatıyor. Hari, dikkatimizin odaklanmaması ile ilgili kendimizi suçlama eğilimimize işaret ediyor. Bu suçluluk, bizim asıl sebepleri gözden kaçırmamıza ve çözüm noktasından uzaklaşmamıza neden olduğu için “Doğru teşhis, tedavinin yarısıdır” fikri uyarınca asıl sorumluları da araştırıyor.

Hari, dikkatimize zarar verici unsurların birçoğunun kökenini sosyal medya uygulamalarının özelliklerinde ve bunların yol açtığı kısır döngülerde buluyor. Bunları; hızlanma, yorum/beğeni alma ihtiyacı, sayfaların/içeriklerin sürekli kaydırılarak yenilenmesi (sonsuz kaydırma), doğru ya da yanlış daimi bir bilgi akışının olması, içeriklerin sürekli değişmesi nedeniyle kaçırma endişesi, zihnimizin akış halinin engellenmesi, fiziksel ve zihinsel bitkinliğin artışı, sorunun kökenini göremeyip bireysel davranış değişikliğiyle çözebileceğini sanma, stresi tetikleyen bir teyakkuz hali, beslenme düzeninin bozulması, kirliliğin artması, DEHB’nin (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) artışı ve buna karşı alınan tedbirler, çocuklarımızı maruz bıraktığımız fiziksel ve psikolojik kapatılma olarak özetleyebiliriz.

Dikkat yoğunlaştırma sürelerinin ne kadar düştüğünü anlayabilmek için, öğrencilerin 65 saniyede bir meşgul oldukları şeyi bırakıp başka şeylere geçtiğini, ofiste çalışanların, tek bir işle ortalama üç dakika meşgul olabildiğini bilmek bir fikir verebilir. Üstelik bir işe odaklanmışken dikkatiniz başka bir yere kaydığında yeniden aynı odaklanma yoğunluğuna ulaşmak 23 dakika sürüyor. Bilgisayar üreticilerinin icat ettikleri “çoklu görev” de az zamanda çok iş yapmamıza değil kapasitemizi düzgün kullanamamamıza hizmet ediyor. İki görev arasında gidip gelirken en az 20 dakika kaybediyoruz. Normalde hiç yapmayacağımız hatalar yapıyoruz. Beynimizin serbest gezinirken kendiliğinden kurduğu bağlantılar, bulduğu yeni fikirler kayboluveriyor. Aynı anda iki iş yapalım derken neyi, nereye, koyduğumuzu ya da nasıl yaptığımızı hatırlamadığımızı fark ediyoruz. Çünkü beynin meşgul tutulması anı oluşumunu engelliyor, hafıza daralıyor. Uzun metinler, kitaplar okuyabilme yeteneğimiz azalıyor. En basiti satır takip etme alışkanlığımızı kaybediyor, gözlerimizi ekrandaki metnin üzerinde oradan oraya gezdiriyor, metne göz atıyoruz. Bu durum da okuduğumuzu anlama oranımızı da düşürüyor.

Gidişattan kim mutlu?

Hari’nin bulduğu veriler, odaklanamayan insanların, karar alma geriliminden kaçınmak için kendilerinin düşünmesini, karar almasını gerektirmeyen çözümlere yöneldiğini, bunun da otoriterleşme eğilimini arttırdığını gösteriyor. Yazar, “wired” kelimesinin İngilizcede hem “manik, aşırı bir zihin durumu içinde olmak” hem de “çevrimiçi olmak” anlamlarına geldiğine dikkat çekiyor. Aynı kelime Türkçede “kablolu” anlamı da taşıyor. Son yıllarda bazı hayatların prize bağlı geçtiğini düşününce durum daha çarpıcı bir hal alıyor.

Birçoğumuz iletişimlerimizin yüzeyselliğinden, eski vefalı arkadaşlıkların, zevk aldığımız derin sohbetlerin azaldığından şikâyet ediyoruz. Hari, bunun sebebini de içinde bulunduğumuz dikkat depreminde buluyor. Bu depremin en önemli ve kötü sonucu olarak derinliği kaybediyoruz. İnsan ilişkilerinde, hayata bakış açımızda incelikler, derinlikler yok oluyor çünkü bunların hiçbirine vakit ve dikkat kalmıyor. Sosyal medyanın ödül mekanizmaları gerçek hayattan çok daha hızlı çalıştığı ve popülerliği arttırdığı için insanlar iletişimlerini oraya yönlendiriyor. Hayatın akışını kabullenmeyi, ona saygı göstermeyi unutuyoruz. Orada zaman geçirdikten sonra içimiz büyük bir sıkıntı, muğlak bir hüsran duygusuyla kaplanıyor, küçülüyor yüzeyselleşiyoruz.

Ekranların ışığı vücudumuzun biyolojik ritmini bozuyor, her an bir iş geleceği beklentisi rahat bir uyku uyumamızı engelliyor. Yazarın deyimiyle telefonlarımıza “bebek” muamelesi yapıyor, gece boyunca rutin aralıklarla onları kontrol ediyoruz. Bedenimiz ve beynimiz hem fiziksel hem de psikolojik olarak dinlenme/yenilenme moduna bir türlü geçemiyor. Uyumamanın sonu yine aynı kapıya çıkıyor. Dikkat dağınıklığı, gerginlik, sürekli yapacak bir işi varmış gibi hissetmenin huzursuzluğu. Hiçbirimiz işlerimizi tamamlayıp başarıya/sonuca ulaşmanın huzurunu yaşayamıyor, hissedemiyoruz. Sürekli uyanık olmamız hem bize iş paslayan amirlerin hem de şirketlerin işine geliyor. “Kapitalizm daha az uyumamızı istiyor çünkü uykuda olduğumuzda para harcamıyor yani hiçbir şey tüketmiyoruz. Sağlıklı ölçüde uyku uyumaya geri dönmemiz ‘ekonomik sistem için bir deprem etkisi yaratır’. Uykusuzluğumuzun dikkat becerisinde yarattığı arızalar ikincil bir zarar sadece: Ticaretin bedeli. Bu noktanın ne kadar önemli olduğunu bu kitabı yazmayı bitirirken anladım ancak” diyor Hari.

Gözetim Kapitalizmi ya da Algoritma

Bu durumların genel sonucu olarak huysuzluk, obezite, konsantrasyon sorunları, DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu), uyku bozuklukları, kafein bağımlılığı ortaya çıkıyor. Merak etmeyin Meta şirketler, “imdadınıza” koşuyor. Sizi takip eden, ne istediğinizi ya da nelerden şikâyetçi olduğunuzu bulup size uygun ürünleri öneren sistemler geliştiriyor. Yazarın görüştüğü uzmanlardan biri bu takibi şöyle ürkütücü bir örnekle izah ediyor: “Facebook, Google vb. sunucularının içinde bizi temsil eden ufak ‘vudu bebekleri’ olduğunu hayal edin. İlk başta bize pek benzemiyorlar. Genel bir insan tipi daha ziyade. Sonra tıklama izlerimizi (üstüne tıkladığımız her şeyi), kestiğimiz ayak tırnaklarını, dökülen saç tellerimizi (aradığımız her şeyi, çevrimiçi hayatımızın en ufak ayrıntılarını) topluyorlar. Anlamlı olduğunu düşünmediğimiz onca meta-veriyi bir araya getiriyorlar ve bebek bize gitgide daha çok benziyor. Sonra örneğin Youtube’a girdiğimizde bebeği uyandırıp yüz binlerce video deniyorlar üstünde, hangisinin etkili olduğuna, hangisinde kollarının kıpırdadığına bakıyorlar ve sonra bunu bize sunuyorlar.”

Bebeğinizi oluştururken daha önce de söylediğimiz gibi algoritma sizi ödül/ceza sistemiyle deyim yerindeyse terbiye ediyor, evcilleştiriyor. Yazara göre; gerçek dünyada ödül ve cezaların hemen gelmemesi nedeniyle var olmak zaten zorken sanal dünyanın ödüllendirme sistemi yüzünden daha da zorlaşıyor. Çünkü insanlar onaylanmaya duydukları açlık nedeniyle sanal alemde kalmayı ve her paylaşıma yorum yapmayı ya da almayı daha çok istiyor. Algoritmalar sizi neyin harekete geçirdiğini, nelere bakmayı sevdiğinizi, nelere kızdığınızı yani size özgü tetikleyicileri öğreniyorlar. Bunun neticesi olarak bir şeye kızdığınızda daha dikkatsiz, daha az anlayışlı olacağınızı keşfetmiş durumdalar. Seçimlere yön verip marjinal milliyetçi akımları öne çıkararak destekliyorlar. Öfkeleneceğiniz paylaşımları daha çok göstererek kendinizi öfkeyle çevrelenmiş hissetmenizi ve avunmak için daha çok sosyal medyada kalmanızı sağlıyorlar. Ayrıca negatif paylaşımların dolaşımının arttırılması nedeniyle sadece bireyleri değil toplumu da ateşe veriyorlar.

Harcanan en önemli potansiyel: Gençlik

Bütün bunların en değerli kurbanı gençlik oluyor. Kolayca DEHB tanısı konan çocuklar ve gençler, birtakım ilaçların bağımlısı oluyor. Bu bozukluk nedeniyle gerçekten acı çeken insanlar görünmez hale geliyor. Hayattan yalıtılan, sokakta oynayamayan, arkadaş edinemeyen çocuk ve gençlerde bu bozukluğun belirtileri görülüyor. Çocukluk büyük ölçüde kapalı kapılar ardında yaşanıyor; çocuklar serbestçe oyun oynama, keşifler yapma imkânını bulamıyor. Dikkatin hayati biçimleri olan ikna, müzakere, tahammül, sabır, hoşgörü, hüsranla baş etme gibi yeteneklerini geliştiremiyorlar. Oyunun sağladığı canlılığı, neşeyi tadamıyor, kendilerini yeterli görmüyor; büyüklerinin rehberliği olmadan bir şey yapabileceklerine inanmıyorlar. Eğitim sistemlerindeki çıkmazlar da onların bu durumunu körüklüyor. Saatlerce hareket etmeden kapalı bir mekânda ilgi alanlarının çoğu zaman dışında dersler dinlemek onları bir şey öğrenmekten alıkoyuyor. Öğrenmedeki mutluluğu tadamayan, istediği bir hedef belirleyemeyen çok sayıda genç kendisini ifade etmek için başka alanlar arıyor. Gerçek dünyada hüsrana uğradıkça sanal alemlerde yalandan kaleler inşa ediyorlar; öfkeli, saygısız bir o kadar da kırılgan ve dayanıksız hale geliyorlar.

Çözüm Önerileri

Hari, bu bölümde hem kişisel hem de toplumsal olarak bazı çözüm önerileri sıralıyor. Öncelikle istilacı teknolojilerin devletler tarafından denetlenmesi ama bunun sansüre dönüşmemesi için bazı teklifleri var. Ona göre gözetim kapitalizmini doğrudan yasaklayabilir, bu tip şirketlerin çevrimiçi hareketlerimizi takip etmesini, kişisel verilerimize ulaşabilmesini engelleyebiliriz. Bunu sansüre dönüşmeden mesela abonelik modeli ya da bu şirketlerin hükümetten bağımsız kamu mülkiyetindeki şirketlere (BBC örneğindeki gibi) dönüştürülmesi formülüyle yapabiliriz. Bu öneriler oldukça zor, kapsamlı ve şirketlerin, devletlerin işine gelmeyecek öneriler. Üstelik geçtiğimiz birkaç yılda meta şirketlerinin Türkiye’de temsilcilik açmayarak hem yasal hem de mali birtakım yükümlülüklerden kaçmaya çalıştığını gördük. Gelişmiş ülkelerde bazı konular için denetim mekanizmaları üzerinde uzlaşılsa da (çocuk pornosu vs) kendi belirledikleri prensipleri bile istedikleri gibi eğip büktüklerini biliyoruz. Gazze örneğinde, Gazze’de yaşanan soykırımı dünyanın dikkatine sunmaya çalışan birçok hesap sansürlendi, milyonlarca takipçisi olmasına rağmen kapatıldı. Şirketler, yarattıkları sanal dünyalarda demokrasiyi, sansürü bildikleri gibi uyguluyorlar.

Sosyal medya uygulamalarının bildirim sayısına sınır getirilmesi, öneri seçeneğinin kapatılması, sonsuz kaydırmanın kapatılması, kullanıcının sayfanın sonuna geldiğini fark edip devam etmek ya da etmemek arasında bilinçli bir seçim yapabilmesini sağlayacak kısa da olsa bir karar alma süreci gerektirecek bir ayar yapılması da yine meta şirketleri yapmak zorunda bırakabileceğimiz düzenlemeler. İş dünyasına düşen çözümler de var ki bunlar hiçbir işyerinin işine gelmeyecek öneriler. Evden çalışmanın arttırılması, çalışana belli bir saatten sonra bağlantıyı koparma hakkı tanınması gibi.

En önemli ve dönüştürücü çözüm; çocuklara ve eğitime yaklaşımın, eğitim yöntemlerinin değiştirilmesi. Çocuklarımızı sokakta oyun oynamaya teşvik etmek ve bunu kolaylaştırmak, çocukların okulda geçirdiği süreyi sınırlamak, bu zaman zarfında fiziksel aktiviteler yapabilmelerine uygun altyapıyı sağlamak ve bu faaliyetleri teşvik etmek, sınavları kaldırmak, araştırmaya yönelik ödevler vermek, ders sürelerini kısaltmak gibi.  

Hari, kullanıcı odaklı tedbirleri tuzu kurular için olduğunu bilse de sıralıyor. Bunlardan bazıları, telefona bakma isteği geldiğinde geçene kadar on dakika beklemek, her gün ne yapacağına dair ayrıntılı bir program oluşturmak, bildirim ayarlarını kapatmak, telefonunuzu belli bir süre kilitleyebileceğiniz uygulamalar kullanmak, mutlaka sekiz saat uyumak. Hari’nin dönüştürücü kişisel tedbirleri ise odaklanma becerimizin büyüyüp potansiyeline ulaşabilmesi için çocuklarda oyunun, yetişkinlerde akış hallerinin, kitap okumanın, sizin için anlamlı faaliyetler keşfetmenin, egzersiz yapmanın, doğru dürüst uyku uyumanın, sağlıklı bir beynin gelişmesini sağlayan temiz ve besleyici gıdaların ve güvenlik hissinin önemine işaret ediyor. Yazar, korunmamız gereken şeyleri ise, aşırı hız, bir işten öbürüne geçip durmak, çok fazla uyaran, zihninize girip sizi kendine bağlamak için tasarlanmış istilacı teknolojiler, stres, bitkinlik, gerginlik yaratan boyalarla dolu işlenmiş gıdalar, kirli hava olarak sıralıyor. Hari, çözümün çok yönlü olması nedeniyle hep birlikte hareket etmeyi gerektirdiğini vurgulayarak dikkatimizi ateşe veren kuvvetlere karşı mücadele edip onların yerine iyileşmemize yardımcı olacak kuvvetleri geçirmemiz gerektiğini ifade ediyor. 

Sonuç

Dünya hızlanıyor. Bu süreç kolektif dikkat aralığımızı daraltıyor. Ekonomik büyüme toplumu düzenleyen merkezî ilke konumunda. Bunun sürekliliğini sağlamanın ilk yolu bir şirketin yeni pazarlar bulması. İkincisi ise mevcut tüketicilerini daha fazla tüketmeye ikna etmesi. Tıpkı Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçişteki sömürge yarışında olduğu gibi. Sömürgecilerin gemilerle, el değmemiş, kaynaklarına dokunulmamış yeni karalar bulmak için yaptığı yolculuklar; yerini hükmedilecek yeni zihinler bulmak için üretilen uygulamalara bırakmış durumda. Başka hedefleri var mı bilinmez ama zihinlerimize hükmetmeyi sadece daha fazla para kazanmak için yapıyor olmaları da kötülük olarak yeterli. Bu uğurda her şeyimizi bize yeniden satabilmek için çeşit çeşit tuzaklar kurabilirler. Bildiğiniz emperyalizm yani! O zaman yerlilere kızamıklı battaniyeleri hediye eden sömürgeciler, şimdi de Facebooku, İnstagramı, TikToku, YouTubeu… diğerlerini “sunuyorlar”. Kendi halinde bir insanı elbette sevmezler. Çünkü böyle bir insan sistemi tehdit ediyor. Bu tabloya bakınca aslında bizim onlardan değil, onların bizden korkması gerekiyor. Ama en büyük avantajları, insanların ortak potansiyel gücünün farkında olmayışı. Yan hasarlar zaten çok da umurlarında değil. Şişmanlamış mıyız, dikkatimiz mi dağılıyor, kalp krizinden gencecik ölüp gidiyor muyuz, uykusuz muyuz, sürekli depresif miyiz? Mevzu değil. Hepsinin “çaresi”ni üretir, yeni yarattıkları iş alanlarından yeniden para kazanırlar.

Peki bunları öğrendiğimiz ya da tekrar hatırladığımız bu noktada; kaybettiklerimiz uğruna, büyük meta şirketlerinin kendilerine atfettikleri “dünya üstündeki herkesi birbirine bağlamak” gibi “büyük, yüce bir amaç”la kurdukları ağda bulunmayı tercih edip etmeyeceğimiz sorulsa ne cevap verirdik?

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-sadece-dikkatimizi-mi-caliyorlar-4287 

Esra Özer Duru, Ankara, 28.8.2024. 

09 Ağustos 2024

AYNALARA BAKABİLMEK

Sosyal medyada karşımıza sık sık “ahlaki ikilem” testleri çıkıyor. Testlerin ana prensibi; çoğunluğun iyiliği için azınlığı feda edip etmeyeceğimiz. “Yokuştan hızla inerken arabanızın freni patladı. Bir tarafta tek bir çocuk öbür tarafta onlarca insanın alışveriş yaptığı bir pazar yeri var, direksiyonu hangi tarafa kırarsınız?” Bu testleri hazırlarken hikâyenin içine mutlaka bir çıkmaz yerleştirilerek seçim daha zor, daha karmaşık hale getiriliyor. Biraz komplo teorisi olmakla birlikte bu testler algoritmaların insanlığımızı test etme biçimleri sanki. Çünkü böyle durumlar; kahramanlarını ya da kötülerini farazi düşünülürken değil gerçekten yaşanırken ortaya çıkarıyor. Testi çözerken doğru seçimi yapmak basitse de hayatı yaşarken tarihin doğru tarafında yer almak çok zor olabiliyor. İşte Filistin de 1948’den beri dünyanın turnusol kâğıdı.

Netanyahu, ABD kongresinde onlarca kez ayakta alkışlanırken akla ünlü Yahudi yazar Hannah Arendt geldi. Arendt, 1948’de ABD’yi ziyaret eden İsrailli aşırı sağcı ve bugün Netanyahu’nun başkanlığındaki Likud’un kurucu babası Menachem Begin’i ve liderliğindeki İrkud’u terör örgütü olarak tanımlamıştı. Einstein’ın da aralarında olduğu 30 liberal sol Amerikalı Yahudiyle New York Times’e bir ilan vermiş ve bu Yahudi örgütünü Holokost’tan sadece 3 yıl sonra Nazilere benzetmişti. Tarihin doğru yerinde durmak böyle bir şey olsa gerek.

Kötülük sıradan mıdır?

Aynı Arendt, 1961 yılında İsrail’in Arjantin’den büyük ve zorlu operasyonlarla kaçırıp İsrail’e getirdiği ve neredeyse soykırımın tek suçlusu gibi yargıladığı Adolf Eichmann’ın duruşmalarını izledi. Bu süreç ona önce bir makale sonra da Kötülüğün Sıradanlığı isimli en tartışmalı eserini yazdırdı. Yargılanma sırasında Eichmann’ın mahkeme ve mahkemeyi izleyenler tarafından baştan mahkûm edildiğini, kendi avukatının bile müvekkilini savunmak için en gerekli, en temel delilleri mahkemeye sunmadığını gören Arendt, sözünü esirgemedi.

Kitabında, aşağı yukarı bütün Avrupa’yı soykırıma ortak eden süreci ve aktörleri özetleyen Arendt, Hitler’in ya da onun emir erlerinin katliamın tek sorumlusu olmadığını savunarak, Nazilerle iş birliği yapan Yahudiler başta olmak üzere bu kötülükteki pay sahiplerini gözler önüne serdi. Eichmann’ın “aslında Yahudileri öldürmeye değil, kurtarmaya çalıştığını” samimi bir şekilde anlattığını gören Arendt, onun, kötünün kendisi değil, sadece verilen emirleri uygulamış “dürüst ve sıradan” bir asker olduğunu fark etti. Hatta Eichmann, tıpkı Yahudi Jon ve David Kimche, Macar-İsrailli Avukat Gazeteci Rudolf İsrael Kastner gibi “uygun malzemenin” kurtulmasını sağlamak için elinden geleni yapmıştı.

İşbirlikçi Yahudilerin varlığından bahsederken de amacı kurbanı suçlamak değil, kötülüğün sıradanlığına; Yahudi soykırımı sürecinde ve Eichmann’ın yargılanmasında suçluları, sorumluları net bir şekilde ayırt etmenin imkansızlığına dikkat çekmekti. Arendt, kötülüğün, belli bir insanın içsel kötülüğüne atfedilerek çözülemeyeceğini savunurken bu yargısına birtakım örnekler verdi. Hitler’in savaştan önce kendi vatandaşı 50 bin akıl hastası Almanın öldürülmesine yol açan emrini; tüm Avrupa’da Yahudilerin takibi, tespiti, yakalanması, trenlere bindirilmesi hatta gaz odalarına gaz verilerek öldürülmesi, cesetlerinden altın dişlerinin sökülmesi, saçlarının kesilmesi, kıymetli mallarına el konması, Yahudi yıldızlarının satışı gibi işlerde yine Yahudilerin Nazilerle iş birliğini, alacağı tepkileri bilmesine rağmen sayıp döktü. “Yahudilerin yaşadığı her yerde tanınmış Yahudi liderleri vardı ve bu liderler neredeyse istisnasız olarak öyle veya böyle, şu veya bu nedenle Nazilerle iş birliği yapıyordu. … Yahudi Konseylerinin talimatlarına uymasalardı, bu insanların yarısı kurtulabilirdi. … Nazilerden -dolayısıyla Yahudi Konseyinden de- kaçıp saklanan yirmi ila yirmi beş bin kadar Yahudinin onbini yani yüzde kırk ila ellisi hayatta kalabildi” diyerek durumun çarpıcılığını gözler önüne serdi.   

Arendt, İsrail’deki mahkemede, sanık Eichmann’ın Yahudilerin öldürülmesinden sorumlu tutulmasına şiddetle karşı çıkarken Çingenelerin, Klavların, Romanların öldürülmesindeki payını kabul ettiğine ama mahkemenin ısrarla bu kayıpları anmadığına da dikkat etti. İsrail, Holokost efsanesini gölgeleyecek başka bir kitlesel ölümün anılmasını istemiyordu. Eichmann’ın, sadece Yahudilerin ölümüne yol açtığı eylemlerinden sorumlu tutularak, idamına karar verildi. Üstelik itiraz, temyiz gibi hiçbir hakkı tanınmadı. Karar çıktıktan sonra üç gün içinde idam edilip cesedi yakılarak külleri Akdeniz’in sularına döküldü. Arendt, bütün detaylarıyla izlediği bu mahkeme sürecinden sonra, BM’de İsrail kullansın diye icat edilen hukuki ilkelerin bizzat İsrail tarafından nasıl çiğnendiğini ve gelecekte de Gazze özelinde nasıl çiğneneceğini 63 yıl önceden görmüştü.

İfade özgürlüğü kime kadar?

Alman Yeşiller Partisinin desteklediği Heinrich Böll Vakfı, Rus Yahudisi Masha Gessen’e Putin’i sert bir şekilde eleştirdiği, Rusya ve dünyada yaşanan otoriterleşme sürecini çarpıcı bir şekilde anlattığı için Hannah Arendt 2023 ödülünü layık gördü. Derken Gessen, ödülünü alma zamanı gelmeden önce İsrail’in Gazze’deki işgaline tepki göstererek Gazze’yi Nazi işgali altındaki bir Yahudi gettosuna benzettiği bir yazı yazdı. Yazı tabii ki Siyonistlerden tepki gördü. Gessen ne cüretle Holokost’un biricikliğine gölge düşüren ifadeler kullanırdı? Böll Vakfı önceden açıkladığı ödülü ne yapıp da iptal edeceğini bilemedi. Tuhaf durumlar yaratarak ödülü neredeyse bir ev partisinde Gessen’e takdim etti. Gessen bu yazısından sonra “İkinci Arendt” olarak adlandırıldı. Dünyanın kalanıysa; bir yanda hâkim güçlerin sevmediği birine yapılan eleştirilerin “fikir özgürlüğü” olarak ödüllendirildiğini; diğer yanda Holokost edepsizliğiyle o hâkim güçleri zapturapt altına alanlara toz kondurulmadığını bir kez daha gördü. Sosyal medyada Gazze paylaşımlarına uygulanan sansür de işin tuzu biberi.

Gazze’de olanı biteni anlayabilmek hala mümkün değil. Arendt’in kötülüğün sıradan bir şey olduğu tespiti isabetli olduğu kadar iç yakıcı. Bir zamanlar Nazilerin mazlum ettiği bir halkın mensupları, kendilerine uygulanan zulmün aynısını, o zulümde hiç dahli olmayan bir halka uyguluyor. Yarı insan yarı robot cyborglar gibi duygusuz, sıradan bir şekilde kendilerine verilen katliam emrini yerine getiriyor. Tıpkı “propagandayla inşa edilmiş vatan-millet toplumu, Nazi Almanyası”nda olduğu gibi bir Nazi İsraili var. 

Gelelim bu yazının ahlaki ikilem sorusuna: II. Dünya Savaşı sırasında hayatta olsaydınız, birlikte yiyip içtiğiniz, çocuklarınızın birlikte oynadığı, kimin kimden hangi yemek tarifini aldığının unutulduğu, anahtarınızı bıraktığınız, balkonunda çamaşır kuruttuğunuz Yahudi komşunuzu mu kurtarırdınız yoksa sadık bir Alman vatandaşı gibi komşunuzun aralarında olduğu yüz binlerce Yahudinin, kadın, çocuk demeden kamplara gönderilmesine seyirci mi kalırdınız? Yani kötülüğün sıradanlığı mı cezbederdi sizi? Ya da bu uğurda adınızın hiç anılmayacağını bile bile aynaya ölene kadar rahat bakabilmek adına kendi çapınızda kahraman olmayı mı seçerdiniz?

Not: Bu yazıyı yazmaya çalışırken Hamas’ın Lideri İsmail Heniyye şehadete erdi, Rabbine kavuştu. Oğlunun deyimiyle; onun kanı Gazzeli çocukların veya kişilerin kanından daha kıymetli değildi. Biz yine üzüntümüzü dile getirecek kelime bulamadık. Şüphesiz Allah merhamet edenlerin en merhametlisidir. İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun. 

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-aynalara-bakabilmek-4262 

Esra Özer Duru, Ankara. 8.8.2024. 

14 Temmuz 2024

SCHRODİNGER’İN GAZZELİ KEDİSİ

Schrödinger’in Kedisi”; kuantum mekaniğinin temel dalga denklemi problemlerinin günlük nesnelere uygulanışını ele alan meşhur bir fizik kuramıdır. Kuramı 1935’te Avusturyalı fizikçi Erwin Schrödinger yazmıştır. Düşünsel deneyde; canlı ve sağlıklı bir kedi, küçük bir şişe zehir ve radyoaktif bir kaynakla kapalı bir kutuya bırakılır. Radyoaktif kaynağın bir saat içinde ışıma ihtimali ışımama ihtimaline eşittir. Kaynak ışırsa içerideki sensör radyoaktiflik algılayacak, şişeyi kıracak mekanizmayı çalıştıracak ve zehir kediyi öldürecektir; ışımazsa sensör herhangi bir radyoaktivite algılamadığı için mekanizmayı çalıştırmayacak ve kedi zehirlenmediğinden canlı kalacaktır. Burada en önemli rol gözlemcinin/şahidin rolüdür. Çünkü gözlemci kutuya bakana kadar kedi hem ölü hem diridir. Başka bir deyişle gözlemci, ölüme ya da hayata şahit olacaktır. Kutuya bir kez bakıldığında ise biri dışında tüm ihtimaller ortadan kalkar.

Kuramın, ihtimallerin çokluğuna dayanarak sonuçların çeşitliliğine yaptığı vurgu, onu ileriki yıllarda siyaset, edebiyat, müzik, sinema, dizi, video oyunu, çizgi roman gibi alanlarda popüler kılar. Ayrıca Schrödinger’in Kedisi fizik kuramı olmasına rağmen bu bilimin ötesine geçerek felsefi bir tartışmaya da ilham kaynağı olur. Buna göre, bir “gerçeklik”, biz onu gözlemlediğimiz sürece vardır. Halbuki gerçek hayatta, gözlemlenen olay, onu gözlemleyenlerden bağımsız olarak kendi oluşturduğu koşullarda varlığını sürdürür.

Bir süredir İsrail’in Gazze’de işlediği suçlar, Gazzelilere uyguladığı soykırım günlük gündemimizde gerektiği kadar yer almıyor. Bu da haliyle zulmün, acının, dökülen kanın azaldığı yönünde bir zanna sebep oluyor. Aslında bu göz aldanması (illüzyon) zulüm azaldığı için değil, biz Gazze’ye daha az baktığımız için ortaya çıkıyor. Hatta bakmadığımız için görmediğimiz ya da zulüm bitti zannettiğimiz birçok coğrafya mevcut. Bu da insanın aklına “acının algısal bir hiyerarşisi mi var?” sorusunu getiriyor. Bir zulüm coğrafyasına bakışımızın derinliğini; zalimin kim olduğu, zulüm görenlerle tarihsel, kültürel, dini hatta mezhebî bağımız ve coğrafi yakınlığımız belirliyor. Öyle ki değişik bölgelerde çekilen acılar, gündemlerde kendilerine ölü, yaralı, mülteci, mağdur sayılarının çokluğuna/azlığına göre yer buluyor. Dünyanın soykırım karnesinde, aylardır acılar içindeki Gazze’yle birlikte başka soykırımlar da listeleniyor.

Sudan:

Sudan yıllardır diktatörlük, darbe ve iç savaş yüzünden acı çekiyor. 25 milyon Sudanlı, acil insani yardıma muhtaç. 9 milyon insan evini terk etmiş. Sudan’da kimin kimi öldürdüğü bile belli olmayan Darfur olayları sırasında 200 binden fazla insan hayatını kaybetmiş. Son bir yıl içinde de 16 bin kişi daha ölmüş. Kitlesel ölümlere yol açacak büyük bir açlık krizinin gölgesi ise çoktan ülkeye düşmüş durumda.

Doğu Türkistan:

Uygur Türkleri, yurtları Doğu Türkistan’da 1950’lerden beri Çin’in sistemli soykırımına maruz kalıyor. Çok sayıda Müslüman Uygur Türkü, gizli gözaltı kamplarında tutuluyor ve birçoğundan haber bile alınamıyor. Çin, Uygurları, bölgeden, tarihten kazımak, hiç yaşamamış gibi gösterebilmek için akıl almaz zalimlikler yapıyor, camileri yıkıp tahrip ediyor, Uygur mezarlıklarını yok ediyor, sağ kalanların soy bağlarını ortadan kaldırıyor.

Arakan:

“Dünyanın en çok zulüm gören azınlığı” olan Müslüman Arakan halkı, Budist Myanmar hükümeti tarafından 1970’lerden beri soykırıma tabi tutuluyor. 1 milyondan fazla Arakanlı ülkesini terk etmek zorunda kalmış. Çoğu Bangladeş’teki mülteci kamplarında hayat mücadelesi veriyor. Myanmar hükümetinin inkârına ve ağır sansürüne rağmen, zulüm kayıt altına alınmış durumda. 2016’dan beri 24 bin Arakanlı öldürülmüş. 18 bin kadın ve kız çocuğu tecavüze uğramış, 116 bin Arakanlı dövülmüş, 36 bin Arakanlı yakılmış.

Kongo:

Afrika’nın ortasında verimli elmas, altın, bakır, kobalt, koltan madenlerine sahip Kongo’da çok uzun zamandır yerli halklar arasında “iç savaş” yaşanıyor. 1998-2008 arasındaki on yıllık dönemde 5.4 milyon insanın öldüğü 5 milyon insanın da yerinden edildiği Kongo, en çok ihmal edilen mülteci krizine sahne oluyor. 120 isyancı grup, çeşitli yoğunluklarda birbirleriyle ve yönetimle sürekli çatışma halinde. Kongo halkı açlık, şiddet, ayrımcılık, fakirlik, yolsuzluktan oluşan bir zulüm ikliminde yaşamak zorunda. Şiddet o kadar korkunç ki, isyancı gruplar küçük yaşlardaki çocukları savaştırmaktan çekinmiyor.[1]

Şahitlik meselesi

İnsanlığın hali pür melaline bakınca önümüzde kutulara kapatılmış çok sayıda “kedi” bulunuyor. Ne kadar anlamazdan gelirsek gelelim gözlemci olarak ölüme şahit olup duruyoruz. Acıların hiyerarşisi mi var yoksa çoktan yazıldığımız şahitlikten mi kaçınıyoruz bilinmez ama dünyanın dört bir tarafında zulüm var, bizim önlemeye gücümüz yetmiyor, acziyetimizle sınanıp duruyoruz. Sessizliğimiz zalimlere cesaret veriyor.[2]

Esra Özer Duru, Ankara, 13.07.2024.



[1] Bunun için Kongo’da değil, başka bir Afrika ülkesi Sierra Leone’de geçen Kanlı Elmas filmini izlemenizi önerebiliriz.

31 Mayıs 2024

GAZZE'NİN HAKKI

Uluslararası sözleşmelerde, kanun metinlerinde “temel hak ve özgürlükler”in kavramsal tanımları yapılır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de böyledir. İşgal “devlet”inin kurulmasından sadece yirmi hafta sonra kabul edildiğinden beri insan hakları için temel referans metni olan 30 maddelik beyannamedeki tanımları okuduğunuzda bunların günlük hayatta neye tekabül ettiklerinden çok genel çerçeveyi görürsünüz. Halbuki anlamak ve hissetmek için detaya ihtiyaç vardır.

Detaylar…

Sırtınızı yaslayacak bir duvarınız, başınızın üstünde bir çatınız olması haktır.

Tepenize bombaların yağmasından korkmadan, gecenin, drone sesleriyle işgal edilmemiş sessizliğine uykunuzla teslim olup uyuyabilmek haktır.

Aynı yatakta uyuduğunuz kardeşinize korkudan değil, muhabbetten sarılmak haktır. 

Okula gitmek, okuldan dönünce evinizi ayakta ve ailenizi sağ bulacağınızı bilmek haktır.

İçmek ve yıkanmak için temiz su bulmak haktır.

Çocuklara bez, yetişkinlere ped bulmak haktır.

Bütün ihtiyaçlarınızı pazarlardan, marketlerden uygun bir bedel karşılığında temin etmek haktır.

Mahalleliyle camiye vakit namaza ya da haftalık ayin için kiliseye gitmek haktır. Siz oradayken ibadethanenizin başınıza yıkılmayacağını, bir sonraki ibadet için orada olacağını bilmek haktır.

Hastanızı; yakılacağından, basılacağından, patlatılacağından korkmadan hastaneye götürmek, ziyarete gitmek haktır.

Doktorunuzu; biraz sonra öleceğinden, can güvenliği olmadığı için gitmek zorunda kalacağından endişe duymadan değiştirebilmek haktır.

Defnedecek bir cenazenizin olması ve şehirde her yerin mezarlığa dönüşmesi değil de belli bir mezarlığınızın bulunması haktır.

Aynı gün ailenizden, komşularınızdan onlarca insanı bombardımanda kaybetmek ve onların arkasından gözyaşı dahi dökmeye vakit bulamamak değil, hayatın akışında sırası geldiği için kaybettiğiniz yakınınızın matemini tutabilmek haktır.

Şehir içinde; bulunduğunuz yerin bombalanacağı küçük el ilanlarıyla bildirildiği ya da sürekli tehdit altında olduğunuz için değil de piknik yapmak, bir dostu ziyaret etmek, ders çalışmak amacıyla kütüphaneye gitmek için canınız hangi ulaşım aracını istiyorsa onunla yer değiştirmek haktır.

Siz çıktıktan sonra evinizin, evde sakladığınız kıymetli eşyalarınızın, mahremiyetinizin talan edilmeyeceğinden emin olmak, o eve geri dönebileceğinizi bilerek anahtarınızı çantanıza atmak haktır.

Sıra arkadaşlarınızın cenaze namazlarına katılmak değil, hep birlikte mezuniyete katılmak haktır.

Çocuk halinizle yaşadığınız kötülükleri dünyaya duyurmak için değil, eğlenmek için video çekmek haktır.  

Yanınıza yükte hafif pahada ağır ne varsa almaya çalışmak yerine sadece gün içinde ihtiyacınız olan şeyleri almak haktır.

Saçlarınızı bakamadığınız için değil, canınız kestirmek istediği için kestirmek haktır.

Şehrinizi yıllar boyunca aralıklarla yeniden inşa etmek zorunda kalmak değil, kadim bir uygarlığın yadigârlarına sahip çıkmak haktır.

Çöplerinizin toplanması haktır.

Çağırdığınız ambulansın bir saldırıya uğramadan size ulaşması haktır.

Düğmeye bastığınızda elektrik, ocağı çevirdiğinizde gaz bulmak haktır.

Evladınızın parçalarını toplamak yerine, sağa sola dağıttığı oyuncakları o uyurken sevgiyle toplamak haktır.

Babanızın ekmek aldıktan sonra eve geleceğini bilmek haktır.

Eve yiyecek bir şeyler getirmek için değil, yaramazlık yapmak için sokak sokak dolaşmak haktır.

Bir saatliğine baktığınız kardeşinizi annenize teslim ettiğinizde oyuna dönebileceğinizi bilmek haktır.

Yaşadığınız acılar karşısında komşu ve dost ülkelerin yardımını ummak, yardım etmeyenlere sitem etmek haktır.

Düşmanınızın dahi saygı duyabileceği hukuki/insani bir sınır olduğunu bilmek haktır.[1]

Esra Özer Duru, Ankara. 28 Mayıs 2024.

 

28 Mart 2024

KISSANIN SONUNDA İSMAİL KURTULUYOR!

Bu yazı, son 170 gündür İsrail’in kelimelere sığmaz, inanılmaz zulümleri altında her gün biraz daha ölürken Gazze’nin, insanlığımızdan kalanlara cömertçe ikram ettiği nihai derslere genel bir bakış denemesidir. Hikâyenin sonunu bilmiyormuşçasına seyredip duranlar için “spoiler” (tat kaçıran, havasını söndüren, merak unsurunu öldüren) içermektedir.

Eski ama bildik bir hikâyeden Gazze’ye

İbrahim, yanında bıdır bıdır konuşup tatlı tatlı yürüyerek gezen kıymetlisi İsmail’i, rüyasına kadar sızan geleneğin baskısından hareketle kurban etmesi gerektiğine karar verdi. Çünkü denir ki o zamana kadar kabileler, topluluklar evlatlarını; korktukları, şerrinden emin olmak istedikleri ilahlara kurban ediyorlardı. Belki de bu öyle yoğun bir bilinçaltı oluşturmuştu ki doğruyu atalarının dinine karşı çıkarak bulan, sahte ilahları yıkan İbrahim, bunu Allah’ın istediğini ve O’nun hoşuna gidecek bir eylem olduğunu sandı. Halbuki böyle bir kurbanı Allah istememişti. Nitekim Rabbi, İbrahim’i tam İsmail’i kurban edecekken durdurdu. Sonra, yüzyıllar sonra bize o anı şöyle aktardı: “Fakat ikisi Allah’ın emri (olarak gördükleri)ne kendilerini teslim edince ve onu yüzüstü yatırınca, kendisine seslendik: ‘Ey İbrahim, sen şimdiden o rüya(nın amacı)nı yerine getirmiş oldun!’ İşte iyilik yapanları Biz böyle ödüllendiririz: Çünkü bu, gerçekten apaçık bir sınama idi.” (37:103-106 Muhammed Esed tefsirli meal.)

Gazzelilerin bunca acı karşısında “Hasbünallahu ve ni’mel vekil!” dediklerini görüyoruz. Nasıl oldukları sorulduğunda hep “Elhamdulillah!” diyorlar. Bunun üstüne düşünürken yazar Nihan Kaya’nın İyi Toplum Yoktur kitabındaki “Teslimiyet” ve “Tanrı’nın Dış’tan İç’e taşınması” bahsini hatırladım. Kaya, teslimiyetin; ruhsal güçlenmenin ve tekamülün nesnesi olmasından hareketle insanın kendisinden başkası üzerinden gerçekleşemeyeceğine dikkat çekerek, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek istemesinin teslimiyet olarak tanımlanmasını doğru bulmadığını söylüyor.

Hz. Yunus kıssasına da bu açıdan bakan Kaya, insanın etrafındaki unsurları çirkin, düşman, saldırgan, tehdit edici şekillerde algılamasının iç dünyasıyla ilgili olduğunu, kendisini güvende hissedemeyen, tüm dünyanın ona karşı komplo kurduğunu düşünen şizofrenler gibi tanrı tasavvurunun da öfkeli ve tehditkâr bir Tanrı olarak tezahür ettiğini ifade ediyor. Kaya, “Tanrı’nın dış’tan iç’e taşınması, orada tanrıya dönüşmesi, önemli bir adımdır; masaldaki Çirkin’in yakışıklı ve çekici prense dönüşmesine benzer. Çirkin’in yakışıklı prense dönüşmesiyle birlikte etraftaki her şey de dostlaşır. Bakire genç kızlar, keçiler, günahsız çocuklar kurban ettiğimiz bir Tanrı imgesi, suçluluk duygusunun işaretidir. Tanrı’sı gökyüzünden inip kalbine yerleşmiş kimse -biz buradaki ‘tanrı’yı nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bir dine inanalım ya da inanmayalım- gece vakti uykusundan depremle uyansa, hortumla, sellerle, felaketlerle karşılaşsa bile kendisini tehdit altında hissetmez. Zira ‘merkez’ de dış’tan iç’e taşınmıştır. Yunus’un balığın karnındayken ‘Allah’ım n’olur beni bu balığın karnından çıkar’ diye dua etmediğini, bunun yerine ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ anlamındaki ‘Hasbünallahi ve ni’mel vekil’ cümlesini zikrettiğini hatırlayabiliriz. Kurban kıssasını da İbrahim için önce Ay, sonra Güneş olmuş Tanrı’nın bu sefer de yukarıdaki yerinden, yani Dış’tan İç’e taşınmasının gerçekleştiği hikâye olarak okumak mümkün” diyor.

Üç kutsal kitapta da anlatılan kurban kıssasının sonunda İsmail ilahi müdahaleyle hep kurtuluyor. Rabbimiz, İsmail’i kurtarmak, bu çirkin geleneğe son vermek için gökten onun yerine bir kurban indirdiğini bildiriyor. Bizse gerçek bir teslimiyeti anlamak ve inşa etmek yerine; belki dünyadan umudumuzu kesmemek için, bir süre onunla avunup oyalanmak için ya da evlerimiz, ellerimiz cennet gibi koksun diye, bir sebeple işte, doğurduğumuz çocuklarımızı bir şeylere kurban vermeye devam ediyoruz. Kimin ne alıp ne sattığını bilememenin sıkıntısıyla kıvranan vicdanımızın acısını avutmaya, utancımızı, çocuklarımızın ölümündeki pasif rolümüzü “çocuk şehit[1]” diye bir kavramla örtmeye çalışıyoruz. Aslında çocuktan şehit olmaz, çocuklar ölünce zaten cennete gider biliyoruz. Kendini ilah zanneden bir zalimin, sahteliğini örtbas etmek isterken yaptığı kıyıma kaptırdığımız kavramlara belki bir de şehadet kavramı ekleniyor.

Rabbimiz, bize, Gazzeli çocukları bu sahte ilahın ayinine kurban vermememiz için feda edebileceğimiz şeyleri işaret ederken; biz, ellerimizi açıp O’ndan Gazze’yi kurtarmasını diliyoruz. Gazze zaten O’nun hükmüne teslim olmuş, onların kurtuluşundan bize hangi pay düşecek bilmiyoruz.

[1] “Çocuk şehit” tanımıyla ilgili Meryem Suveyda’nın yazdığı bir yazı için: https://hertaraf.com/haber-cocuklarin-sehitlige-ihtiyaci-yoktur-meryem-suveyda-12646 

19 Mart 2024

YAZMAK ÜZERİNE[1]

İnsanlar ilk yazma/tarihe not düşme işine mağara resimleriyle başlamış. Av sahneleri, ailedeki kişi sayısı, el izleri mağara resimleri arasında en çok kaydı tutulanlardan. Bu da bize insanın yazmaya ihtiyaç duyduğunu anlatıyor. Bir çeşit günlük tutmuş ilk insanlar. Şimdi baktığımız noktada tarih boyunca alınan notların ne kadar önemli olduğunu idrak ediyoruz. Sadece muhasebe, istatistik, astroloji, matematik değil tarih, coğrafya, edebiyat… her şey yazma sevgimize, alışkanlığımıza bakıyor aslında.

Bildiğimiz yazma gereçleri kalem ve kâğıdın icadı çok eskilere dayanmıyor. İnsan yazma macerasına önce duvarlara, taşlara yazarak başlıyor. Aslında yazılabilecek her yüzeyi kâğıt, o yüzeyde iz bırakan bütün aletleri de kalem olarak kullanıyor. Hayvan derileri tabaklanarak, bitki lifleri ıslatılıp hamur yapılarak kağıtlar elde ediliyor. Bugünkü kâğıdın temelleri Çin’de atılmış olsa da Anadolu topraklarında da bazı kâğıt çeşitleri üretilmiş vaktinde. Bergamalılar, terbiye edilmiş deriden “Bergama işi” denilen parşömeni üretmişler, Mısırlılar papirüs bitkisinden papirüsü. Üretim süreçlerinin oldukça zor, kâğıt ustalarının sayılı olması kâğıdı hep kıymetli kılmış. Bizde kâğıda sadece maddi olarak değil manen de değer verilir. Araplar kâğıda kırtas derler, bugünkü kırtasiyelerin kökeni de buraya dayanır.

Okumak ve yazmak insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden. Kur’an-ı Kerim’in ilk emri bildiğiniz gibi Oku’dur. Bir şey yazılmış olmalı ki okunsun. Yine Kur’an’da Levhi Mahfuz’da her şeyin kayıt altında olduğu bildirilir insana. Sağımızda ve solumuzda bulunan melekler eylemlerimizi kayıt altına alırlar.

Yazının önemi, hayatımızdaki, gelişimimizdeki yeri…

Yazmak bence insan kişisinin yaptığı en önemli eylemlerden biri. İnsanlığın en önemli ihtiyaçlarından birini karşılıyor. Tarihe not düşmek, olanları kayıt altına almak. Bazen aile tarihinizi kayıt altına alarak sosyolojik bir tespitin parçası olursunuz bazen sadece akli dengenizi muhafaza edebilmek için duvara çentik atarsınız. Bazen arkadaşınıza verdiğiniz borcu kayıt altına alırsınız bazen seçim yapmakta zorlandığınız durumları bir kâğıda yazarak derli toplu görmek istersiniz. Bazen aile içinde anlatılıp duran eski bir masalı kayda geçirirsiniz bazen içinizi dolduran öfkeyi kimseye anlatamayınca sayfalarca yazarsınız.

Yazmak farzdır aynı zamanda. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de borç alanın da verenin de bir yere bunu not almasını buyurur. Böylece nisyan ile yani unutmak ile malûl olan insanın bu özelliğine karşı bir tedbir edinmesini ister.

Yazmak öyle önemlidir ki mesela Filistin’in 1948’den önce kime ait olduğunu; kayıt altına alınmış tapular, kimlik belgelerindeki doğum yerleri, mezar taşları, sokak isimleriyle belgeleyebilirsiniz.

Mesela doğum tarihlerimizin geçmişte ailelerimiz tarafından not alınmış olması çok değerlidir. Bu tarihin hatırlanması çocuğa aile içinde verilen değeri gösterir. Eskiden aileler çocuklarını kaybettiklerinde ki çocuk ölüm oranı çok yüksekti, bu çocuk için çıkardıkları kimliği cinsiyeti uygunsa sonra doğana verir ona göre isim koyarlardı. Yine benzer sebeplerle bir neslin doğum tarihleri kendilerine has değil de toplu olarak kayıt altına alınmıştır. Kışın doğanlar 1 Ocak, yazın doğanlar 1 Temmuz’da kaydedilmiştir. Bunlar üzücü örnekler olmakla birlikte yazmanın, kayıt altına almanın insanlara nasıl bir değer kazandırdığına dair unsurlardan biri.  

Yazmak çok önemlidir. Size şöyle bir örnek anlatayım. Mısır ile Hititler arasında yapılan meşhur Kadeş Savaşı oldukça zorlu bir savaş olur. Savaştan sonra taraflar aralarında tarihin ilk yazılı barış anlaşması olarak bilinen Kadeş Antlaşmasını imzalarlar. Mısır Firavunu Ramses, anlaşmayı ülkesinde Mısır’ın zaferi şeklinde takdim eder. Hatta Mısırca’ya tercüme edilmiş kopyalarında antlaşmanın ehemmiyeti Mısır’a atfedilmekte ve barışın Hititlere bir lütuf olarak imzalandığı ifade edilmektedir. Ne zamana kadar? Hititlerin başkenti Hattuşaş’ta yani bugünkü Çorum’da anlaşmanın Hititlerdeki Akkadca kopyası bulunana kadar.  

İnsanlık ortak mirasını yazarak biriktirir. Bu kültürel mirasın en büyük kayba uğradığı dönemler, kütüphanelerin yağmalandığı, yakıldığı dönemlerdir. Bu olaylardan sonra birikimi yok edilen toplumlar geriler. Bunlardan biri İskenderiye’deki el yazmalarıyla dolu büyük kütüphanenin Romalılar tarafından birkaç kez yakılmasının ortaya çıkardığı tahribattır. Moğolların işgalleri sırasında da çok sayıda önemli kültür eseri ve kütüphane yakılıp yıkılmıştır. Bağdat’taki Beytülhikme bunlardan biridir. 

Peygamberimizin vefatından sonra sahabenin ilk işi Kur’an-ı Kerim’i bir araya getirmek olmuştur. Sahabenin elinde bulunan metinler toparlanmış, hassasiyetle ele alınmış, aynı tür malzeme üzerine yazılarak bir kapak altına alınmıştır. Sonraki dönemlerde nüshalar çıkartılarak çoğaltılmış genişleyen İslam beldelerine gönderilmiştir. Yani yazmak hayati bir öneme haizdir.


Dolayısıyla yazmak bir ihtiyaçtır. Hem anlattığımız gerekçelerle hem de insanın kendini ifade etmesinin en düz, en sırlı, en kolay yollarından biridir. Sait Faik Abasıyanık’ın bir hikâyesi vardır. Hikâyede, anlatıcı kendi kendisine yazmamaya söz verir ve bütün gün yazmamak için direnir. Ancak günün sonunda bir bakkaldan kâğıt kalem alır ve yazmaya başlar. Yazmak onun için öyle bir ihtiyaçtır ki, “yazmasam ölecektim” der.   

Yazıyı öğrenme sürecimiz… Neden yazmak istemiyoruz?

Öğretmen, bugün diğer günlere nazaran daha heyecanlıydı. Bu durum sınıfın dikkatini çekmişti. Öğretmenleri öğretim yılının ilk haftasında malzeme listesi yazdırırken bir sürü çizgileri olan tuhaf bir de defter istemişti. Çocuklar bu defteri ne yapacaklarını sormuşlardı heyecanla. Vakti gelince anlayacaklarını söylemekle yetinmişti. Galiba bekledikleri vakit gelmişti. Öğretmen sabah, elinde bir yorgan ipi yumağıyla sınıfa gelmişti o gün. O zamanlar nevresim denilen şey yaygın değildi. İnsanlar yorganlarını iki büyük geniş bezle yüzler, bu bezleri yorganın kenarına düzgün bir dikişle tuttururlardı. İp çok kolay tüylenmeyen sağlam bir ipti. Öğretmen yorgan ipiyle sınıfa gelince çocukların hepsi bir ağızdan gülüp ne yapacağını sormuşlardı. Cevap yine en zayıf yerlerinden vurmuştu onları: “Sabredin, zamanı gelince öğreneceksiniz!”

Beslenme teneffüsünde öğretmenleri hepsinin meraklı bakışları altında birtakım hazırlıklar yapmaya başladı. Önceki teneffüs elinde renkli tebeşirlerle gelmiş hepsinin dikkatini çekmeyi başarmıştı. Şimdi de karatahtanın tebeşir tozlarının toplandığı tozluğunu itinayla temizledi. Sonra yorgan ipinden tahtanın boyu uzunluğunda parçalar kesti. Herkes ilgiyle izlerken sınıftan bir yardımcı arandığını anlayınca gözüne şirin görünmek için hareketlendiler. Bu esrarengiz işte katkıları olmasını hepsi istiyordu. Öğretmen içlerinden iki kişiyi seçti. Ellerine yorgan ipliğinin uçlarını verip tahtanın iki başına geçirdi. Onlardan ipi tozluğun içinde tutmalarını istedi. Gizli bir zevk alıyormuş gibi ağır hareketlerle masasından aldığı renkli tebeşirle yavaş yavaş ipi boyamaya başladı.

Çocuklar kendi aralarında öğretmenin bu işi neden yaptığına dair birtakım teoriler geliştirerek fısıldaşıyorlardı. Herkes beslenmesini kenara bırakmış şanslı arkadaşlarıyla öğretmeni izliyordu. İlk ip boyanınca öğretmen, bekleşen çocuklardan birine öğretmen arkadaşlarından birinin adını söyleyerek bulup getirmesini söyledi. Kendisi de ikinci bir ip için aynı adımları izlemeye başladı. Arkadaş öğretmen gelince ikisi karşılıklı tahtanın üstünde bir noktaya neredeyse bitişik tutarak tebeşirle boyanmış ipi iyice gerdiler ve bir yay gibi çekip bıraktılar. Tahtaya çarpan ip üzerindeki tebeşir tozuyla tahtada düz bir çizgi şeklinde iz bıraktı. Öğretmenler aynı şeyi üç kere daha yapıp dört satırlık bir dizi elde ettiler. Sonra öğretmen daha fazla merakta bırakmayıp çocuklara bu satırları neden hazırladıklarını anlattı. Güzel yazı yani el yazısı yazmayı öğreneceklerdi. Tabi çocuklar bunun nasıl bir serüvene dönüşeceği hakkında hiçbir fikre sahip değillerdi. İşte böyle başlayan el yazısı serüveni genellikle acıklı hikâyelerle dolu. Elini kaldırmadan yazmaya çalışmak, ağrıyan, kramp giren minik eller ve sonu ağlamayla biten yazı işkencesi… Dahası hokka, divit, dolmakalem, mürekkeple yaşanan tatsız anılar da cabası. El yazısı işkencesi belki de bizim yazma serüvenimizin başlamadan bitmesine sebep olmuştur.

İnsanlar kendi çocukluklarından da çocuklarından da hatırlarlar, en çok kızılan ödevler yazma gerektiren ödevlerdir. Çocuklar, gençler yazmaktan hoşlanmıyor, zevk almak bir yana işkence gibi görüyor. Bunda genel olarak yazı öğretme tekniklerimizin rolü olabilir mi mutlaka düşünmeliyiz. Hatta sınav tekniklerimiz bile etkili olabilir. Çocuklar sınavların test yöntemiyle yapılmasından çok memnunlardı. Yazılı dediğimiz tarzın yeniden sınav çeşitleri arasına alınması tepkilerine sebep oldu.

Yazmanın geleceği

Kâğıda kalemle yazmanın çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar bilgisayar kullanmak, elle yazdığımızdan daha hızlı yazabilmek, yanlış yapınca düzeltmek, saklamak, şekil vermek gibi birçok imkân sunuyor olsa da kâğıt kalemin yerini tutmuyor. Eskiden çok daha az fotoğraf çektirirdik ama saatlerce albümlere bakardık, albüme bakmanın bir lezzeti vardı. Şimdi dünya kadar fotoğraf çekiyoruz hatta bazı insanların her anı fotoğraflarla kayıt altına alınıyor. Ama artık onlara çay ve sohbet eşliğinde bakılmıyor. Çoğunu silip atıyoruz ya da dijital hafızalarda depolanıp duruyor. Bilimkurgu edebiyatının en önemli isimlerinden Ray Bradbury, Fahrenheit 451’inde, kitapların yakılarak yok edildiği bir gelecek tahayyülünü anlatır. İnsanlar dev ekranlardan sürekli bir şeyler izlemektedir. Okunacak hiçbir şey kalmamıştır. Otorite bir yerde kitap olduğunu haber aldığında orayı basmakta ve bulduğu kitapları yakmaktadır. Kitabın adı da buradan gelir. Kitapların yanma derecesi 451 Fahrenheit’tır. Bizim ülkemizde de maalesef kitapların yakıldığı dönemler oldu. Bradbury’nin kitabında, kitapların yok edilişini izlerken tasvir ettiği acıyı ya da 12 Eylül’de kitapların yakılmasının toplumumuza yaşattığı travmayı düşünmek bile istemiyor insan. Yani elinde bir kitap tutmanın, ondan notlar almanın, yazı fikirlerini alt alta sıralamanın da bambaşka bir tadı var.

Esra Özer Duru, Ankara, 20 Şubat 2024.  



[1] Yetim ve Öksüzler İçin El Ele Derneği'nin Youtube kanalında Melike Baktemur Hanımefendi ile yaptığımız sohbetin ilk metni. Sohbeti izlemek için video linki: https://youtu.be/_P0kQpeHDfs?si=iXD0v4aOcGKjvBOI


22 Şubat 2024

İÇİNDEN GAZZE GEÇEN YAZI

Bir süredir eğitim öğretim sistemlerimizle ilgili düşünüyorum. Gazze’de 7 Ekim’den beri yaşanan soykırım da bu düşünce sürecini etkiliyor. Biraz dağınık olmakla birlikte yazı boyunca bu yolculuğa eşlik etmenizi rica ediyorum. Sabır gösterirseniz konuyu Gazze’yi anmadan bağlamayacağım. Birçok insanın ebeveyn olduğunda kendisine sorduğu sorular vardır:

“- Çocuklarımız bize verilmiş oyun hamurları mıdır ya da ‘Tabula Rasa’dan mülhem istediğimiz metni yazabileceğimiz boş kâğıtlar mı? Peki çocuk bizim yazdığımız metinlerden hoşlanmazsa ne yapmak gerekir?

- Ebeveyn olarak tüm kontrolün elimizde olduğunu sandığımızda neler yapabileceğimizin farkında mıyız? Kontrolü kaybedersek neler olur?

- Çocuğa; iyiye, güzele, ahlaklıya dair anlatmaya çalıştığımız şeyler ilahi kaynaklara mı dayanır, yoksa bizim korkularımıza, geleneklerimize mi?

- Biz korktuğumuz için onları da korkak mı yaparız?

- Hz. İbrahim’e put üreticisi babasının ve putperest kavminin yanlış yaptığını düşündüren neydi?

- Hz. İbrahim, babasının putlarını inkâr ettiğinde babası ne düşündü?

- Hz. Ali, küçücük bir çocukken babasının yolunu izlemek yerine Hz. Muhammed’e nasıl yöneldi?

- İnsanlar bulundukları toplumdan, yıllarca değirmeninde öğütüldükleri Siyonist eğitim sisteminden sağ çıkmayı nasıl başarıp Gazze için gözyaşı dökebiliyorlar? Onların düşünme biçimlerini “diğerinin haklılık ihtimaline”, “toplumsal bir yanlışın içinde olabileceklerini” düşünmeye, değerlendirmeye açık kılan ne?

- Bizim toplumumuzda mesela basit bir boykotun dahi başarılı olamamasına ne sebep oluyor? Topluma, çocuklarımıza, gençlerimize ne yaptık/yapmadık da insanlık için basit ve bireysel bir duruş olarak tüketim tercihlerini bir süreliğine değiştirmek dahi onlara zor geliyor?

- Bütün dünya insanlık, iyilik yönünde bir arayış içindeyken aynı arayış bizim toplumumuzda neden hak ettiği yankıyı bulmuyor?”

Yazıyı sıkıcılaştırmak pahasına ama önemine binaen sıraladığım bu sorulara cevap bulma yolculuğum beni Nihan Kaya’nın İyi Aile Yoktur serisine getirdi ya da kitabı okuyunca sorularım daha da zor bir hal aldı.

İyi Aile Var mıdır?

İyi Aile Yoktur, Nihan Kaya’nın, İyi Toplum Yoktur ve Bütün Çocuklar İyidir isimli kitaplarından oluşan üçlü serisinin birinci kitabı. Yazar, inandığınız, uyguladığınız, kural zannettiğiniz her şeyle ilgili sizi derinlemesine düşündürmeye çalışıyor. Öyle yabana atılır şekilde de değil; kendisinin ya da başka insanların anılarını, tecrübelerini anlatıyor, sorular soruyor, fikrini ortaya koyuyor, uzman görüşleriyle destekliyor. En sevdiği ve sık sık görüşlerine yer verdiği hatta kitabını ithaf ettiği uzman ise psikolog, psikanalist Alice Miller. Miller’ın öğretisi ebeveyn kaynaklı çocuk istismarını anlatmaya ve çözümler bulmaya odaklı dolayısıyla Kaya’nın anlatısı da öyle. Bu nedenle Nihan Kaya’nın kitabını okumak ve faydalanmak için açık fikirli olmak önemli. Kitabı, inançlarınıza, ebeveynliğinize, toplumsal değerlerinize saldırıldığını düşünmeden okursanız murat hasıl olabilir.

Serideki kitapların adları oldukça kışkırtıcı. Yazar bu adları koyarken ne düşündüğünü hemen kapakta açıklamaya başlıyor: “İyi Aile Yoktur ya da paradoks şu ki iyi aile, ‘iyi aile yoktur’ düsturuyla hareket edebilen ailedir”. Serinin ilk iki kitabını okurken yerleşik yargılara, geleneklere sürekli saldırıldığını hissediyorsunuz. Aslında kimse bir şeye saldırmıyor. Yazarın oldukça saygılı, mesafeli bir dili var. Sadece “Bu nereden çıktı? Bunun kökeni nedir? Dini zannettiğimiz şeyler gerçekten dinden mi sadır olmuş? Bunları sürdürürken aslında neyi sürdürmeye çalışıyoruz? Allah gerçekten bizden bunu istemiş midir?” gibi zor sorular sorduruyor. Biz, yüzyıllardır sırtımıza yüklenen, toplumsal hafızamıza kazınan şeylere kendi varlığımızdan bile daha kuvvetle inanıp savunduğumuz için saldırıya uğramış gibi hissediyoruz. Yazarın üslubuna ve anlattıklarına yönelik yaklaşımımız aslında eğitim öğretim süreçleriyle ilgili sorunlarımıza bir nebze ışık tutuyor.  

Yazarın dikkatimizi çektiği en önemli sorun, ailede başlayan, okulla devam eden, toplumun sürekli eşlik ettiği, insanın çocukluğundan itibaren kendisi olmaktan vazgeçirilmesi, özgün karakterinin yok edilmesi, iyiye güzele dair içgüdülerinin baskılanmasını içeren “eğitim” süreçleri. Kaya’nın bu konuda yazdıkları halihazırda bizim yaşadığımız eğitimle ilgili sorunları da hatırlatıyor.

Sahne Gazze’nin

Bu noktada biraz soğanlı bitkilerden bahsedelim. Soğanlı bitkilerle uğraşanlar bilir. Bu bitkiler aslında doğal şartlara dayanıklı kendine has bilgeliği olan bitkilerdir. Soğanları; onların açmalarına uygun şartlar olduğunda açmalarını aksi halde yıllarca saklı kalmalarını sağlar. Kaya diplerinde, taş aralarında, karın altında açarlar. Çiçekleri bize oldukça nadide ve kırılgan görünür. Hatta uluslararası kaçakçılığa dahi konu olurlar. Bu bitkiler bir yerden bir yere taşındıklarında hemen çiçek açmazlar. En az bir yılı yeni yerlerinde çiçeksiz geçirmeleri gerekir. Şartları beğenmezlerse ya da çiçek açacak kadar olgunlaşmadıklarını değerlendirirlerse daha uzun süre de açmayabilirler. Mesela bitki çiçek açmaya hazırlanırken dikili olduğu yerden sökülüp başka bir yere taşınırsa açmaktan vazgeçer. Bu bitkilerin bütün güzellikleriyle açması, soğanlarını çoğaltması için çevre şartlarından emin olmaları gerekir. Bu yönleriyle hayranlık uyandırıcıdırlar.

7 Ekim’den beri Gazze’de korkunç şeyler yaşanıyor. Bunlara şahit olmak çok zor. Gazze imtihanı bizi insanlık olarak nihai bir noktaya götürüyor. Dünya halkları, Gazze’de yaşananlar karşısında devletlerinin politikalarındaki, eğitim sistemlerindeki, ailelerindeki, inanç sistemlerindeki ikiyüzlülükleri tespit edip onlara karşı koyuyor, bunları samimi bir şekilde protesto ediyor. İnsanlar, yıllarca tabi tutuldukları eğitimleri, toplumsal ön kabulleri sorgulayarak, bunlara karşı çıkarak, dışlanma, yargılanma gibi sonuçları olabilecek tepkileri göze alarak insanlığa/Gazze’ye sahip çıkıyor. Bazıları, büyükanne ve büyükbabalarının 2. Dünya Savaşındaki soykırımdan sağ kalan insanlar olduğunu, anne babalarının katıksız Siyonistler olduğunu ama yanlış bir şeyler olduğunu fark ettiklerini dile getiriyorlar. Bulundukları aydınlık noktaya baktığımızda onları kahraman gibi görürken kendi çocuklarımızın düşünce yolculuklarından ölesiye paniğe kapılıp yollarında yürümelerine engel oluyoruz. Ama belli ki kahramanlar, “atalarının dini”ne eleştirel gözle bakabilen sağlam karakterli, sorgulayıcı insanlardan çıkıyor. Öyleyse mensubu olmakla şereflendirildiğimiz son dini bir “atalar/gelenekler kültü”ne çevirmeden önce toprağın altında saklı duran hazinelerimizin olgunlaşmasına uygun şartları oluşturalım. Hani Aliya İzzetbegoviç’e de atfedilen bir Meksika atasözü var ya işte onun gibi: “Bizi toprağa gömmeye çalıştılar ama tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.”  

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-icinden-gazze-gecen-yazi-4047

Esra Özer Duru, Ankara, 17.02.2024.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!