Kur'an-ı Kerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kur'an-ı Kerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mart 2024

YAZMAK ÜZERİNE[1]

İnsanlar ilk yazma/tarihe not düşme işine mağara resimleriyle başlamış. Av sahneleri, ailedeki kişi sayısı, el izleri mağara resimleri arasında en çok kaydı tutulanlardan. Bu da bize insanın yazmaya ihtiyaç duyduğunu anlatıyor. Bir çeşit günlük tutmuş ilk insanlar. Şimdi baktığımız noktada tarih boyunca alınan notların ne kadar önemli olduğunu idrak ediyoruz. Sadece muhasebe, istatistik, astroloji, matematik değil tarih, coğrafya, edebiyat… her şey yazma sevgimize, alışkanlığımıza bakıyor aslında.

Bildiğimiz yazma gereçleri kalem ve kâğıdın icadı çok eskilere dayanmıyor. İnsan yazma macerasına önce duvarlara, taşlara yazarak başlıyor. Aslında yazılabilecek her yüzeyi kâğıt, o yüzeyde iz bırakan bütün aletleri de kalem olarak kullanıyor. Hayvan derileri tabaklanarak, bitki lifleri ıslatılıp hamur yapılarak kağıtlar elde ediliyor. Bugünkü kâğıdın temelleri Çin’de atılmış olsa da Anadolu topraklarında da bazı kâğıt çeşitleri üretilmiş vaktinde. Bergamalılar, terbiye edilmiş deriden “Bergama işi” denilen parşömeni üretmişler, Mısırlılar papirüs bitkisinden papirüsü. Üretim süreçlerinin oldukça zor, kâğıt ustalarının sayılı olması kâğıdı hep kıymetli kılmış. Bizde kâğıda sadece maddi olarak değil manen de değer verilir. Araplar kâğıda kırtas derler, bugünkü kırtasiyelerin kökeni de buraya dayanır.

Okumak ve yazmak insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden. Kur’an-ı Kerim’in ilk emri bildiğiniz gibi Oku’dur. Bir şey yazılmış olmalı ki okunsun. Yine Kur’an’da Levhi Mahfuz’da her şeyin kayıt altında olduğu bildirilir insana. Sağımızda ve solumuzda bulunan melekler eylemlerimizi kayıt altına alırlar.

Yazının önemi, hayatımızdaki, gelişimimizdeki yeri…

Yazmak bence insan kişisinin yaptığı en önemli eylemlerden biri. İnsanlığın en önemli ihtiyaçlarından birini karşılıyor. Tarihe not düşmek, olanları kayıt altına almak. Bazen aile tarihinizi kayıt altına alarak sosyolojik bir tespitin parçası olursunuz bazen sadece akli dengenizi muhafaza edebilmek için duvara çentik atarsınız. Bazen arkadaşınıza verdiğiniz borcu kayıt altına alırsınız bazen seçim yapmakta zorlandığınız durumları bir kâğıda yazarak derli toplu görmek istersiniz. Bazen aile içinde anlatılıp duran eski bir masalı kayda geçirirsiniz bazen içinizi dolduran öfkeyi kimseye anlatamayınca sayfalarca yazarsınız.

Yazmak farzdır aynı zamanda. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de borç alanın da verenin de bir yere bunu not almasını buyurur. Böylece nisyan ile yani unutmak ile malûl olan insanın bu özelliğine karşı bir tedbir edinmesini ister.

Yazmak öyle önemlidir ki mesela Filistin’in 1948’den önce kime ait olduğunu; kayıt altına alınmış tapular, kimlik belgelerindeki doğum yerleri, mezar taşları, sokak isimleriyle belgeleyebilirsiniz.

Mesela doğum tarihlerimizin geçmişte ailelerimiz tarafından not alınmış olması çok değerlidir. Bu tarihin hatırlanması çocuğa aile içinde verilen değeri gösterir. Eskiden aileler çocuklarını kaybettiklerinde ki çocuk ölüm oranı çok yüksekti, bu çocuk için çıkardıkları kimliği cinsiyeti uygunsa sonra doğana verir ona göre isim koyarlardı. Yine benzer sebeplerle bir neslin doğum tarihleri kendilerine has değil de toplu olarak kayıt altına alınmıştır. Kışın doğanlar 1 Ocak, yazın doğanlar 1 Temmuz’da kaydedilmiştir. Bunlar üzücü örnekler olmakla birlikte yazmanın, kayıt altına almanın insanlara nasıl bir değer kazandırdığına dair unsurlardan biri.  

Yazmak çok önemlidir. Size şöyle bir örnek anlatayım. Mısır ile Hititler arasında yapılan meşhur Kadeş Savaşı oldukça zorlu bir savaş olur. Savaştan sonra taraflar aralarında tarihin ilk yazılı barış anlaşması olarak bilinen Kadeş Antlaşmasını imzalarlar. Mısır Firavunu Ramses, anlaşmayı ülkesinde Mısır’ın zaferi şeklinde takdim eder. Hatta Mısırca’ya tercüme edilmiş kopyalarında antlaşmanın ehemmiyeti Mısır’a atfedilmekte ve barışın Hititlere bir lütuf olarak imzalandığı ifade edilmektedir. Ne zamana kadar? Hititlerin başkenti Hattuşaş’ta yani bugünkü Çorum’da anlaşmanın Hititlerdeki Akkadca kopyası bulunana kadar.  

İnsanlık ortak mirasını yazarak biriktirir. Bu kültürel mirasın en büyük kayba uğradığı dönemler, kütüphanelerin yağmalandığı, yakıldığı dönemlerdir. Bu olaylardan sonra birikimi yok edilen toplumlar geriler. Bunlardan biri İskenderiye’deki el yazmalarıyla dolu büyük kütüphanenin Romalılar tarafından birkaç kez yakılmasının ortaya çıkardığı tahribattır. Moğolların işgalleri sırasında da çok sayıda önemli kültür eseri ve kütüphane yakılıp yıkılmıştır. Bağdat’taki Beytülhikme bunlardan biridir. 

Peygamberimizin vefatından sonra sahabenin ilk işi Kur’an-ı Kerim’i bir araya getirmek olmuştur. Sahabenin elinde bulunan metinler toparlanmış, hassasiyetle ele alınmış, aynı tür malzeme üzerine yazılarak bir kapak altına alınmıştır. Sonraki dönemlerde nüshalar çıkartılarak çoğaltılmış genişleyen İslam beldelerine gönderilmiştir. Yani yazmak hayati bir öneme haizdir.


Dolayısıyla yazmak bir ihtiyaçtır. Hem anlattığımız gerekçelerle hem de insanın kendini ifade etmesinin en düz, en sırlı, en kolay yollarından biridir. Sait Faik Abasıyanık’ın bir hikâyesi vardır. Hikâyede, anlatıcı kendi kendisine yazmamaya söz verir ve bütün gün yazmamak için direnir. Ancak günün sonunda bir bakkaldan kâğıt kalem alır ve yazmaya başlar. Yazmak onun için öyle bir ihtiyaçtır ki, “yazmasam ölecektim” der.   

Yazıyı öğrenme sürecimiz… Neden yazmak istemiyoruz?

Öğretmen, bugün diğer günlere nazaran daha heyecanlıydı. Bu durum sınıfın dikkatini çekmişti. Öğretmenleri öğretim yılının ilk haftasında malzeme listesi yazdırırken bir sürü çizgileri olan tuhaf bir de defter istemişti. Çocuklar bu defteri ne yapacaklarını sormuşlardı heyecanla. Vakti gelince anlayacaklarını söylemekle yetinmişti. Galiba bekledikleri vakit gelmişti. Öğretmen sabah, elinde bir yorgan ipi yumağıyla sınıfa gelmişti o gün. O zamanlar nevresim denilen şey yaygın değildi. İnsanlar yorganlarını iki büyük geniş bezle yüzler, bu bezleri yorganın kenarına düzgün bir dikişle tuttururlardı. İp çok kolay tüylenmeyen sağlam bir ipti. Öğretmen yorgan ipiyle sınıfa gelince çocukların hepsi bir ağızdan gülüp ne yapacağını sormuşlardı. Cevap yine en zayıf yerlerinden vurmuştu onları: “Sabredin, zamanı gelince öğreneceksiniz!”

Beslenme teneffüsünde öğretmenleri hepsinin meraklı bakışları altında birtakım hazırlıklar yapmaya başladı. Önceki teneffüs elinde renkli tebeşirlerle gelmiş hepsinin dikkatini çekmeyi başarmıştı. Şimdi de karatahtanın tebeşir tozlarının toplandığı tozluğunu itinayla temizledi. Sonra yorgan ipinden tahtanın boyu uzunluğunda parçalar kesti. Herkes ilgiyle izlerken sınıftan bir yardımcı arandığını anlayınca gözüne şirin görünmek için hareketlendiler. Bu esrarengiz işte katkıları olmasını hepsi istiyordu. Öğretmen içlerinden iki kişiyi seçti. Ellerine yorgan ipliğinin uçlarını verip tahtanın iki başına geçirdi. Onlardan ipi tozluğun içinde tutmalarını istedi. Gizli bir zevk alıyormuş gibi ağır hareketlerle masasından aldığı renkli tebeşirle yavaş yavaş ipi boyamaya başladı.

Çocuklar kendi aralarında öğretmenin bu işi neden yaptığına dair birtakım teoriler geliştirerek fısıldaşıyorlardı. Herkes beslenmesini kenara bırakmış şanslı arkadaşlarıyla öğretmeni izliyordu. İlk ip boyanınca öğretmen, bekleşen çocuklardan birine öğretmen arkadaşlarından birinin adını söyleyerek bulup getirmesini söyledi. Kendisi de ikinci bir ip için aynı adımları izlemeye başladı. Arkadaş öğretmen gelince ikisi karşılıklı tahtanın üstünde bir noktaya neredeyse bitişik tutarak tebeşirle boyanmış ipi iyice gerdiler ve bir yay gibi çekip bıraktılar. Tahtaya çarpan ip üzerindeki tebeşir tozuyla tahtada düz bir çizgi şeklinde iz bıraktı. Öğretmenler aynı şeyi üç kere daha yapıp dört satırlık bir dizi elde ettiler. Sonra öğretmen daha fazla merakta bırakmayıp çocuklara bu satırları neden hazırladıklarını anlattı. Güzel yazı yani el yazısı yazmayı öğreneceklerdi. Tabi çocuklar bunun nasıl bir serüvene dönüşeceği hakkında hiçbir fikre sahip değillerdi. İşte böyle başlayan el yazısı serüveni genellikle acıklı hikâyelerle dolu. Elini kaldırmadan yazmaya çalışmak, ağrıyan, kramp giren minik eller ve sonu ağlamayla biten yazı işkencesi… Dahası hokka, divit, dolmakalem, mürekkeple yaşanan tatsız anılar da cabası. El yazısı işkencesi belki de bizim yazma serüvenimizin başlamadan bitmesine sebep olmuştur.

İnsanlar kendi çocukluklarından da çocuklarından da hatırlarlar, en çok kızılan ödevler yazma gerektiren ödevlerdir. Çocuklar, gençler yazmaktan hoşlanmıyor, zevk almak bir yana işkence gibi görüyor. Bunda genel olarak yazı öğretme tekniklerimizin rolü olabilir mi mutlaka düşünmeliyiz. Hatta sınav tekniklerimiz bile etkili olabilir. Çocuklar sınavların test yöntemiyle yapılmasından çok memnunlardı. Yazılı dediğimiz tarzın yeniden sınav çeşitleri arasına alınması tepkilerine sebep oldu.

Yazmanın geleceği

Kâğıda kalemle yazmanın çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar bilgisayar kullanmak, elle yazdığımızdan daha hızlı yazabilmek, yanlış yapınca düzeltmek, saklamak, şekil vermek gibi birçok imkân sunuyor olsa da kâğıt kalemin yerini tutmuyor. Eskiden çok daha az fotoğraf çektirirdik ama saatlerce albümlere bakardık, albüme bakmanın bir lezzeti vardı. Şimdi dünya kadar fotoğraf çekiyoruz hatta bazı insanların her anı fotoğraflarla kayıt altına alınıyor. Ama artık onlara çay ve sohbet eşliğinde bakılmıyor. Çoğunu silip atıyoruz ya da dijital hafızalarda depolanıp duruyor. Bilimkurgu edebiyatının en önemli isimlerinden Ray Bradbury, Fahrenheit 451’inde, kitapların yakılarak yok edildiği bir gelecek tahayyülünü anlatır. İnsanlar dev ekranlardan sürekli bir şeyler izlemektedir. Okunacak hiçbir şey kalmamıştır. Otorite bir yerde kitap olduğunu haber aldığında orayı basmakta ve bulduğu kitapları yakmaktadır. Kitabın adı da buradan gelir. Kitapların yanma derecesi 451 Fahrenheit’tır. Bizim ülkemizde de maalesef kitapların yakıldığı dönemler oldu. Bradbury’nin kitabında, kitapların yok edilişini izlerken tasvir ettiği acıyı ya da 12 Eylül’de kitapların yakılmasının toplumumuza yaşattığı travmayı düşünmek bile istemiyor insan. Yani elinde bir kitap tutmanın, ondan notlar almanın, yazı fikirlerini alt alta sıralamanın da bambaşka bir tadı var.

Esra Özer Duru, Ankara, 20 Şubat 2024.  



[1] Yetim ve Öksüzler İçin El Ele Derneği'nin Youtube kanalında Melike Baktemur Hanımefendi ile yaptığımız sohbetin ilk metni. Sohbeti izlemek için video linki: https://youtu.be/_P0kQpeHDfs?si=iXD0v4aOcGKjvBOI


Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!