14 Temmuz 2024

SCHRODİNGER’İN GAZZELİ KEDİSİ

Schrödinger’in Kedisi”; kuantum mekaniğinin temel dalga denklemi problemlerinin günlük nesnelere uygulanışını ele alan meşhur bir fizik kuramıdır. Kuramı 1935’te Avusturyalı fizikçi Erwin Schrödinger yazmıştır. Düşünsel deneyde; canlı ve sağlıklı bir kedi, küçük bir şişe zehir ve radyoaktif bir kaynakla kapalı bir kutuya bırakılır. Radyoaktif kaynağın bir saat içinde ışıma ihtimali ışımama ihtimaline eşittir. Kaynak ışırsa içerideki sensör radyoaktiflik algılayacak, şişeyi kıracak mekanizmayı çalıştıracak ve zehir kediyi öldürecektir; ışımazsa sensör herhangi bir radyoaktivite algılamadığı için mekanizmayı çalıştırmayacak ve kedi zehirlenmediğinden canlı kalacaktır. Burada en önemli rol gözlemcinin/şahidin rolüdür. Çünkü gözlemci kutuya bakana kadar kedi hem ölü hem diridir. Başka bir deyişle gözlemci, ölüme ya da hayata şahit olacaktır. Kutuya bir kez bakıldığında ise biri dışında tüm ihtimaller ortadan kalkar.

Kuramın, ihtimallerin çokluğuna dayanarak sonuçların çeşitliliğine yaptığı vurgu, onu ileriki yıllarda siyaset, edebiyat, müzik, sinema, dizi, video oyunu, çizgi roman gibi alanlarda popüler kılar. Ayrıca Schrödinger’in Kedisi fizik kuramı olmasına rağmen bu bilimin ötesine geçerek felsefi bir tartışmaya da ilham kaynağı olur. Buna göre, bir “gerçeklik”, biz onu gözlemlediğimiz sürece vardır. Halbuki gerçek hayatta, gözlemlenen olay, onu gözlemleyenlerden bağımsız olarak kendi oluşturduğu koşullarda varlığını sürdürür.

Bir süredir İsrail’in Gazze’de işlediği suçlar, Gazzelilere uyguladığı soykırım günlük gündemimizde gerektiği kadar yer almıyor. Bu da haliyle zulmün, acının, dökülen kanın azaldığı yönünde bir zanna sebep oluyor. Aslında bu göz aldanması (illüzyon) zulüm azaldığı için değil, biz Gazze’ye daha az baktığımız için ortaya çıkıyor. Hatta bakmadığımız için görmediğimiz ya da zulüm bitti zannettiğimiz birçok coğrafya mevcut. Bu da insanın aklına “acının algısal bir hiyerarşisi mi var?” sorusunu getiriyor. Bir zulüm coğrafyasına bakışımızın derinliğini; zalimin kim olduğu, zulüm görenlerle tarihsel, kültürel, dini hatta mezhebî bağımız ve coğrafi yakınlığımız belirliyor. Öyle ki değişik bölgelerde çekilen acılar, gündemlerde kendilerine ölü, yaralı, mülteci, mağdur sayılarının çokluğuna/azlığına göre yer buluyor. Dünyanın soykırım karnesinde, aylardır acılar içindeki Gazze’yle birlikte başka soykırımlar da listeleniyor.

Sudan:

Sudan yıllardır diktatörlük, darbe ve iç savaş yüzünden acı çekiyor. 25 milyon Sudanlı, acil insani yardıma muhtaç. 9 milyon insan evini terk etmiş. Sudan’da kimin kimi öldürdüğü bile belli olmayan Darfur olayları sırasında 200 binden fazla insan hayatını kaybetmiş. Son bir yıl içinde de 16 bin kişi daha ölmüş. Kitlesel ölümlere yol açacak büyük bir açlık krizinin gölgesi ise çoktan ülkeye düşmüş durumda.

Doğu Türkistan:

Uygur Türkleri, yurtları Doğu Türkistan’da 1950’lerden beri Çin’in sistemli soykırımına maruz kalıyor. Çok sayıda Müslüman Uygur Türkü, gizli gözaltı kamplarında tutuluyor ve birçoğundan haber bile alınamıyor. Çin, Uygurları, bölgeden, tarihten kazımak, hiç yaşamamış gibi gösterebilmek için akıl almaz zalimlikler yapıyor, camileri yıkıp tahrip ediyor, Uygur mezarlıklarını yok ediyor, sağ kalanların soy bağlarını ortadan kaldırıyor.

Arakan:

“Dünyanın en çok zulüm gören azınlığı” olan Müslüman Arakan halkı, Budist Myanmar hükümeti tarafından 1970’lerden beri soykırıma tabi tutuluyor. 1 milyondan fazla Arakanlı ülkesini terk etmek zorunda kalmış. Çoğu Bangladeş’teki mülteci kamplarında hayat mücadelesi veriyor. Myanmar hükümetinin inkârına ve ağır sansürüne rağmen, zulüm kayıt altına alınmış durumda. 2016’dan beri 24 bin Arakanlı öldürülmüş. 18 bin kadın ve kız çocuğu tecavüze uğramış, 116 bin Arakanlı dövülmüş, 36 bin Arakanlı yakılmış.

Kongo:

Afrika’nın ortasında verimli elmas, altın, bakır, kobalt, koltan madenlerine sahip Kongo’da çok uzun zamandır yerli halklar arasında “iç savaş” yaşanıyor. 1998-2008 arasındaki on yıllık dönemde 5.4 milyon insanın öldüğü 5 milyon insanın da yerinden edildiği Kongo, en çok ihmal edilen mülteci krizine sahne oluyor. 120 isyancı grup, çeşitli yoğunluklarda birbirleriyle ve yönetimle sürekli çatışma halinde. Kongo halkı açlık, şiddet, ayrımcılık, fakirlik, yolsuzluktan oluşan bir zulüm ikliminde yaşamak zorunda. Şiddet o kadar korkunç ki, isyancı gruplar küçük yaşlardaki çocukları savaştırmaktan çekinmiyor.[1]

Şahitlik meselesi

İnsanlığın hali pür melaline bakınca önümüzde kutulara kapatılmış çok sayıda “kedi” bulunuyor. Ne kadar anlamazdan gelirsek gelelim gözlemci olarak ölüme şahit olup duruyoruz. Acıların hiyerarşisi mi var yoksa çoktan yazıldığımız şahitlikten mi kaçınıyoruz bilinmez ama dünyanın dört bir tarafında zulüm var, bizim önlemeye gücümüz yetmiyor, acziyetimizle sınanıp duruyoruz. Sessizliğimiz zalimlere cesaret veriyor.[2]

Esra Özer Duru, Ankara, 13.07.2024.



[1] Bunun için Kongo’da değil, başka bir Afrika ülkesi Sierra Leone’de geçen Kanlı Elmas filmini izlemenizi önerebiliriz.

31 Mayıs 2024

GAZZE'NİN HAKKI

Uluslararası sözleşmelerde, kanun metinlerinde “temel hak ve özgürlükler”in kavramsal tanımları yapılır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de böyledir. İşgal “devlet”inin kurulmasından sadece yirmi hafta sonra kabul edildiğinden beri insan hakları için temel referans metni olan 30 maddelik beyannamedeki tanımları okuduğunuzda bunların günlük hayatta neye tekabül ettiklerinden çok genel çerçeveyi görürsünüz. Halbuki anlamak ve hissetmek için detaya ihtiyaç vardır.

Detaylar…

Sırtınızı yaslayacak bir duvarınız, başınızın üstünde bir çatınız olması haktır.

Tepenize bombaların yağmasından korkmadan, gecenin, drone sesleriyle işgal edilmemiş sessizliğine uykunuzla teslim olup uyuyabilmek haktır.

Aynı yatakta uyuduğunuz kardeşinize korkudan değil, muhabbetten sarılmak haktır. 

Okula gitmek, okuldan dönünce evinizi ayakta ve ailenizi sağ bulacağınızı bilmek haktır.

İçmek ve yıkanmak için temiz su bulmak haktır.

Çocuklara bez, yetişkinlere ped bulmak haktır.

Bütün ihtiyaçlarınızı pazarlardan, marketlerden uygun bir bedel karşılığında temin etmek haktır.

Mahalleliyle camiye vakit namaza ya da haftalık ayin için kiliseye gitmek haktır. Siz oradayken ibadethanenizin başınıza yıkılmayacağını, bir sonraki ibadet için orada olacağını bilmek haktır.

Hastanızı; yakılacağından, basılacağından, patlatılacağından korkmadan hastaneye götürmek, ziyarete gitmek haktır.

Doktorunuzu; biraz sonra öleceğinden, can güvenliği olmadığı için gitmek zorunda kalacağından endişe duymadan değiştirebilmek haktır.

Defnedecek bir cenazenizin olması ve şehirde her yerin mezarlığa dönüşmesi değil de belli bir mezarlığınızın bulunması haktır.

Aynı gün ailenizden, komşularınızdan onlarca insanı bombardımanda kaybetmek ve onların arkasından gözyaşı dahi dökmeye vakit bulamamak değil, hayatın akışında sırası geldiği için kaybettiğiniz yakınınızın matemini tutabilmek haktır.

Şehir içinde; bulunduğunuz yerin bombalanacağı küçük el ilanlarıyla bildirildiği ya da sürekli tehdit altında olduğunuz için değil de piknik yapmak, bir dostu ziyaret etmek, ders çalışmak amacıyla kütüphaneye gitmek için canınız hangi ulaşım aracını istiyorsa onunla yer değiştirmek haktır.

Siz çıktıktan sonra evinizin, evde sakladığınız kıymetli eşyalarınızın, mahremiyetinizin talan edilmeyeceğinden emin olmak, o eve geri dönebileceğinizi bilerek anahtarınızı çantanıza atmak haktır.

Sıra arkadaşlarınızın cenaze namazlarına katılmak değil, hep birlikte mezuniyete katılmak haktır.

Çocuk halinizle yaşadığınız kötülükleri dünyaya duyurmak için değil, eğlenmek için video çekmek haktır.  

Yanınıza yükte hafif pahada ağır ne varsa almaya çalışmak yerine sadece gün içinde ihtiyacınız olan şeyleri almak haktır.

Saçlarınızı bakamadığınız için değil, canınız kestirmek istediği için kestirmek haktır.

Şehrinizi yıllar boyunca aralıklarla yeniden inşa etmek zorunda kalmak değil, kadim bir uygarlığın yadigârlarına sahip çıkmak haktır.

Çöplerinizin toplanması haktır.

Çağırdığınız ambulansın bir saldırıya uğramadan size ulaşması haktır.

Düğmeye bastığınızda elektrik, ocağı çevirdiğinizde gaz bulmak haktır.

Evladınızın parçalarını toplamak yerine, sağa sola dağıttığı oyuncakları o uyurken sevgiyle toplamak haktır.

Babanızın ekmek aldıktan sonra eve geleceğini bilmek haktır.

Eve yiyecek bir şeyler getirmek için değil, yaramazlık yapmak için sokak sokak dolaşmak haktır.

Bir saatliğine baktığınız kardeşinizi annenize teslim ettiğinizde oyuna dönebileceğinizi bilmek haktır.

Yaşadığınız acılar karşısında komşu ve dost ülkelerin yardımını ummak, yardım etmeyenlere sitem etmek haktır.

Düşmanınızın dahi saygı duyabileceği hukuki/insani bir sınır olduğunu bilmek haktır.[1]

Esra Özer Duru, Ankara. 28 Mayıs 2024.

 

28 Mart 2024

KISSANIN SONUNDA İSMAİL KURTULUYOR!

Bu yazı, son 170 gündür İsrail’in kelimelere sığmaz, inanılmaz zulümleri altında her gün biraz daha ölürken Gazze’nin, insanlığımızdan kalanlara cömertçe ikram ettiği nihai derslere genel bir bakış denemesidir. Hikâyenin sonunu bilmiyormuşçasına seyredip duranlar için “spoiler” (tat kaçıran, havasını söndüren, merak unsurunu öldüren) içermektedir.

Eski ama bildik bir hikâyeden Gazze’ye

İbrahim, yanında bıdır bıdır konuşup tatlı tatlı yürüyerek gezen kıymetlisi İsmail’i, rüyasına kadar sızan geleneğin baskısından hareketle kurban etmesi gerektiğine karar verdi. Çünkü denir ki o zamana kadar kabileler, topluluklar evlatlarını; korktukları, şerrinden emin olmak istedikleri ilahlara kurban ediyorlardı. Belki de bu öyle yoğun bir bilinçaltı oluşturmuştu ki doğruyu atalarının dinine karşı çıkarak bulan, sahte ilahları yıkan İbrahim, bunu Allah’ın istediğini ve O’nun hoşuna gidecek bir eylem olduğunu sandı. Halbuki böyle bir kurbanı Allah istememişti. Nitekim Rabbi, İbrahim’i tam İsmail’i kurban edecekken durdurdu. Sonra, yüzyıllar sonra bize o anı şöyle aktardı: “Fakat ikisi Allah’ın emri (olarak gördükleri)ne kendilerini teslim edince ve onu yüzüstü yatırınca, kendisine seslendik: ‘Ey İbrahim, sen şimdiden o rüya(nın amacı)nı yerine getirmiş oldun!’ İşte iyilik yapanları Biz böyle ödüllendiririz: Çünkü bu, gerçekten apaçık bir sınama idi.” (37:103-106 Muhammed Esed tefsirli meal.)

Gazzelilerin bunca acı karşısında “Hasbünallahu ve ni’mel vekil!” dediklerini görüyoruz. Nasıl oldukları sorulduğunda hep “Elhamdulillah!” diyorlar. Bunun üstüne düşünürken yazar Nihan Kaya’nın İyi Toplum Yoktur kitabındaki “Teslimiyet” ve “Tanrı’nın Dış’tan İç’e taşınması” bahsini hatırladım. Kaya, teslimiyetin; ruhsal güçlenmenin ve tekamülün nesnesi olmasından hareketle insanın kendisinden başkası üzerinden gerçekleşemeyeceğine dikkat çekerek, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek istemesinin teslimiyet olarak tanımlanmasını doğru bulmadığını söylüyor.

Hz. Yunus kıssasına da bu açıdan bakan Kaya, insanın etrafındaki unsurları çirkin, düşman, saldırgan, tehdit edici şekillerde algılamasının iç dünyasıyla ilgili olduğunu, kendisini güvende hissedemeyen, tüm dünyanın ona karşı komplo kurduğunu düşünen şizofrenler gibi tanrı tasavvurunun da öfkeli ve tehditkâr bir Tanrı olarak tezahür ettiğini ifade ediyor. Kaya, “Tanrı’nın dış’tan iç’e taşınması, orada tanrıya dönüşmesi, önemli bir adımdır; masaldaki Çirkin’in yakışıklı ve çekici prense dönüşmesine benzer. Çirkin’in yakışıklı prense dönüşmesiyle birlikte etraftaki her şey de dostlaşır. Bakire genç kızlar, keçiler, günahsız çocuklar kurban ettiğimiz bir Tanrı imgesi, suçluluk duygusunun işaretidir. Tanrı’sı gökyüzünden inip kalbine yerleşmiş kimse -biz buradaki ‘tanrı’yı nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bir dine inanalım ya da inanmayalım- gece vakti uykusundan depremle uyansa, hortumla, sellerle, felaketlerle karşılaşsa bile kendisini tehdit altında hissetmez. Zira ‘merkez’ de dış’tan iç’e taşınmıştır. Yunus’un balığın karnındayken ‘Allah’ım n’olur beni bu balığın karnından çıkar’ diye dua etmediğini, bunun yerine ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ anlamındaki ‘Hasbünallahi ve ni’mel vekil’ cümlesini zikrettiğini hatırlayabiliriz. Kurban kıssasını da İbrahim için önce Ay, sonra Güneş olmuş Tanrı’nın bu sefer de yukarıdaki yerinden, yani Dış’tan İç’e taşınmasının gerçekleştiği hikâye olarak okumak mümkün” diyor.

Üç kutsal kitapta da anlatılan kurban kıssasının sonunda İsmail ilahi müdahaleyle hep kurtuluyor. Rabbimiz, İsmail’i kurtarmak, bu çirkin geleneğe son vermek için gökten onun yerine bir kurban indirdiğini bildiriyor. Bizse gerçek bir teslimiyeti anlamak ve inşa etmek yerine; belki dünyadan umudumuzu kesmemek için, bir süre onunla avunup oyalanmak için ya da evlerimiz, ellerimiz cennet gibi koksun diye, bir sebeple işte, doğurduğumuz çocuklarımızı bir şeylere kurban vermeye devam ediyoruz. Kimin ne alıp ne sattığını bilememenin sıkıntısıyla kıvranan vicdanımızın acısını avutmaya, utancımızı, çocuklarımızın ölümündeki pasif rolümüzü “çocuk şehit[1]” diye bir kavramla örtmeye çalışıyoruz. Aslında çocuktan şehit olmaz, çocuklar ölünce zaten cennete gider biliyoruz. Kendini ilah zanneden bir zalimin, sahteliğini örtbas etmek isterken yaptığı kıyıma kaptırdığımız kavramlara belki bir de şehadet kavramı ekleniyor.

Rabbimiz, bize, Gazzeli çocukları bu sahte ilahın ayinine kurban vermememiz için feda edebileceğimiz şeyleri işaret ederken; biz, ellerimizi açıp O’ndan Gazze’yi kurtarmasını diliyoruz. Gazze zaten O’nun hükmüne teslim olmuş, onların kurtuluşundan bize hangi pay düşecek bilmiyoruz.

[1] “Çocuk şehit” tanımıyla ilgili Meryem Suveyda’nın yazdığı bir yazı için: https://hertaraf.com/haber-cocuklarin-sehitlige-ihtiyaci-yoktur-meryem-suveyda-12646 

19 Mart 2024

YAZMAK ÜZERİNE[1]

İnsanlar ilk yazma/tarihe not düşme işine mağara resimleriyle başlamış. Av sahneleri, ailedeki kişi sayısı, el izleri mağara resimleri arasında en çok kaydı tutulanlardan. Bu da bize insanın yazmaya ihtiyaç duyduğunu anlatıyor. Bir çeşit günlük tutmuş ilk insanlar. Şimdi baktığımız noktada tarih boyunca alınan notların ne kadar önemli olduğunu idrak ediyoruz. Sadece muhasebe, istatistik, astroloji, matematik değil tarih, coğrafya, edebiyat… her şey yazma sevgimize, alışkanlığımıza bakıyor aslında.

Bildiğimiz yazma gereçleri kalem ve kâğıdın icadı çok eskilere dayanmıyor. İnsan yazma macerasına önce duvarlara, taşlara yazarak başlıyor. Aslında yazılabilecek her yüzeyi kâğıt, o yüzeyde iz bırakan bütün aletleri de kalem olarak kullanıyor. Hayvan derileri tabaklanarak, bitki lifleri ıslatılıp hamur yapılarak kağıtlar elde ediliyor. Bugünkü kâğıdın temelleri Çin’de atılmış olsa da Anadolu topraklarında da bazı kâğıt çeşitleri üretilmiş vaktinde. Bergamalılar, terbiye edilmiş deriden “Bergama işi” denilen parşömeni üretmişler, Mısırlılar papirüs bitkisinden papirüsü. Üretim süreçlerinin oldukça zor, kâğıt ustalarının sayılı olması kâğıdı hep kıymetli kılmış. Bizde kâğıda sadece maddi olarak değil manen de değer verilir. Araplar kâğıda kırtas derler, bugünkü kırtasiyelerin kökeni de buraya dayanır.

Okumak ve yazmak insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden. Kur’an-ı Kerim’in ilk emri bildiğiniz gibi Oku’dur. Bir şey yazılmış olmalı ki okunsun. Yine Kur’an’da Levhi Mahfuz’da her şeyin kayıt altında olduğu bildirilir insana. Sağımızda ve solumuzda bulunan melekler eylemlerimizi kayıt altına alırlar.

Yazının önemi, hayatımızdaki, gelişimimizdeki yeri…

Yazmak bence insan kişisinin yaptığı en önemli eylemlerden biri. İnsanlığın en önemli ihtiyaçlarından birini karşılıyor. Tarihe not düşmek, olanları kayıt altına almak. Bazen aile tarihinizi kayıt altına alarak sosyolojik bir tespitin parçası olursunuz bazen sadece akli dengenizi muhafaza edebilmek için duvara çentik atarsınız. Bazen arkadaşınıza verdiğiniz borcu kayıt altına alırsınız bazen seçim yapmakta zorlandığınız durumları bir kâğıda yazarak derli toplu görmek istersiniz. Bazen aile içinde anlatılıp duran eski bir masalı kayda geçirirsiniz bazen içinizi dolduran öfkeyi kimseye anlatamayınca sayfalarca yazarsınız.

Yazmak farzdır aynı zamanda. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de borç alanın da verenin de bir yere bunu not almasını buyurur. Böylece nisyan ile yani unutmak ile malûl olan insanın bu özelliğine karşı bir tedbir edinmesini ister.

Yazmak öyle önemlidir ki mesela Filistin’in 1948’den önce kime ait olduğunu; kayıt altına alınmış tapular, kimlik belgelerindeki doğum yerleri, mezar taşları, sokak isimleriyle belgeleyebilirsiniz.

Mesela doğum tarihlerimizin geçmişte ailelerimiz tarafından not alınmış olması çok değerlidir. Bu tarihin hatırlanması çocuğa aile içinde verilen değeri gösterir. Eskiden aileler çocuklarını kaybettiklerinde ki çocuk ölüm oranı çok yüksekti, bu çocuk için çıkardıkları kimliği cinsiyeti uygunsa sonra doğana verir ona göre isim koyarlardı. Yine benzer sebeplerle bir neslin doğum tarihleri kendilerine has değil de toplu olarak kayıt altına alınmıştır. Kışın doğanlar 1 Ocak, yazın doğanlar 1 Temmuz’da kaydedilmiştir. Bunlar üzücü örnekler olmakla birlikte yazmanın, kayıt altına almanın insanlara nasıl bir değer kazandırdığına dair unsurlardan biri.  

Yazmak çok önemlidir. Size şöyle bir örnek anlatayım. Mısır ile Hititler arasında yapılan meşhur Kadeş Savaşı oldukça zorlu bir savaş olur. Savaştan sonra taraflar aralarında tarihin ilk yazılı barış anlaşması olarak bilinen Kadeş Antlaşmasını imzalarlar. Mısır Firavunu Ramses, anlaşmayı ülkesinde Mısır’ın zaferi şeklinde takdim eder. Hatta Mısırca’ya tercüme edilmiş kopyalarında antlaşmanın ehemmiyeti Mısır’a atfedilmekte ve barışın Hititlere bir lütuf olarak imzalandığı ifade edilmektedir. Ne zamana kadar? Hititlerin başkenti Hattuşaş’ta yani bugünkü Çorum’da anlaşmanın Hititlerdeki Akkadca kopyası bulunana kadar.  

İnsanlık ortak mirasını yazarak biriktirir. Bu kültürel mirasın en büyük kayba uğradığı dönemler, kütüphanelerin yağmalandığı, yakıldığı dönemlerdir. Bu olaylardan sonra birikimi yok edilen toplumlar geriler. Bunlardan biri İskenderiye’deki el yazmalarıyla dolu büyük kütüphanenin Romalılar tarafından birkaç kez yakılmasının ortaya çıkardığı tahribattır. Moğolların işgalleri sırasında da çok sayıda önemli kültür eseri ve kütüphane yakılıp yıkılmıştır. Bağdat’taki Beytülhikme bunlardan biridir. 

Peygamberimizin vefatından sonra sahabenin ilk işi Kur’an-ı Kerim’i bir araya getirmek olmuştur. Sahabenin elinde bulunan metinler toparlanmış, hassasiyetle ele alınmış, aynı tür malzeme üzerine yazılarak bir kapak altına alınmıştır. Sonraki dönemlerde nüshalar çıkartılarak çoğaltılmış genişleyen İslam beldelerine gönderilmiştir. Yani yazmak hayati bir öneme haizdir.


Dolayısıyla yazmak bir ihtiyaçtır. Hem anlattığımız gerekçelerle hem de insanın kendini ifade etmesinin en düz, en sırlı, en kolay yollarından biridir. Sait Faik Abasıyanık’ın bir hikâyesi vardır. Hikâyede, anlatıcı kendi kendisine yazmamaya söz verir ve bütün gün yazmamak için direnir. Ancak günün sonunda bir bakkaldan kâğıt kalem alır ve yazmaya başlar. Yazmak onun için öyle bir ihtiyaçtır ki, “yazmasam ölecektim” der.   

Yazıyı öğrenme sürecimiz… Neden yazmak istemiyoruz?

Öğretmen, bugün diğer günlere nazaran daha heyecanlıydı. Bu durum sınıfın dikkatini çekmişti. Öğretmenleri öğretim yılının ilk haftasında malzeme listesi yazdırırken bir sürü çizgileri olan tuhaf bir de defter istemişti. Çocuklar bu defteri ne yapacaklarını sormuşlardı heyecanla. Vakti gelince anlayacaklarını söylemekle yetinmişti. Galiba bekledikleri vakit gelmişti. Öğretmen sabah, elinde bir yorgan ipi yumağıyla sınıfa gelmişti o gün. O zamanlar nevresim denilen şey yaygın değildi. İnsanlar yorganlarını iki büyük geniş bezle yüzler, bu bezleri yorganın kenarına düzgün bir dikişle tuttururlardı. İp çok kolay tüylenmeyen sağlam bir ipti. Öğretmen yorgan ipiyle sınıfa gelince çocukların hepsi bir ağızdan gülüp ne yapacağını sormuşlardı. Cevap yine en zayıf yerlerinden vurmuştu onları: “Sabredin, zamanı gelince öğreneceksiniz!”

Beslenme teneffüsünde öğretmenleri hepsinin meraklı bakışları altında birtakım hazırlıklar yapmaya başladı. Önceki teneffüs elinde renkli tebeşirlerle gelmiş hepsinin dikkatini çekmeyi başarmıştı. Şimdi de karatahtanın tebeşir tozlarının toplandığı tozluğunu itinayla temizledi. Sonra yorgan ipinden tahtanın boyu uzunluğunda parçalar kesti. Herkes ilgiyle izlerken sınıftan bir yardımcı arandığını anlayınca gözüne şirin görünmek için hareketlendiler. Bu esrarengiz işte katkıları olmasını hepsi istiyordu. Öğretmen içlerinden iki kişiyi seçti. Ellerine yorgan ipliğinin uçlarını verip tahtanın iki başına geçirdi. Onlardan ipi tozluğun içinde tutmalarını istedi. Gizli bir zevk alıyormuş gibi ağır hareketlerle masasından aldığı renkli tebeşirle yavaş yavaş ipi boyamaya başladı.

Çocuklar kendi aralarında öğretmenin bu işi neden yaptığına dair birtakım teoriler geliştirerek fısıldaşıyorlardı. Herkes beslenmesini kenara bırakmış şanslı arkadaşlarıyla öğretmeni izliyordu. İlk ip boyanınca öğretmen, bekleşen çocuklardan birine öğretmen arkadaşlarından birinin adını söyleyerek bulup getirmesini söyledi. Kendisi de ikinci bir ip için aynı adımları izlemeye başladı. Arkadaş öğretmen gelince ikisi karşılıklı tahtanın üstünde bir noktaya neredeyse bitişik tutarak tebeşirle boyanmış ipi iyice gerdiler ve bir yay gibi çekip bıraktılar. Tahtaya çarpan ip üzerindeki tebeşir tozuyla tahtada düz bir çizgi şeklinde iz bıraktı. Öğretmenler aynı şeyi üç kere daha yapıp dört satırlık bir dizi elde ettiler. Sonra öğretmen daha fazla merakta bırakmayıp çocuklara bu satırları neden hazırladıklarını anlattı. Güzel yazı yani el yazısı yazmayı öğreneceklerdi. Tabi çocuklar bunun nasıl bir serüvene dönüşeceği hakkında hiçbir fikre sahip değillerdi. İşte böyle başlayan el yazısı serüveni genellikle acıklı hikâyelerle dolu. Elini kaldırmadan yazmaya çalışmak, ağrıyan, kramp giren minik eller ve sonu ağlamayla biten yazı işkencesi… Dahası hokka, divit, dolmakalem, mürekkeple yaşanan tatsız anılar da cabası. El yazısı işkencesi belki de bizim yazma serüvenimizin başlamadan bitmesine sebep olmuştur.

İnsanlar kendi çocukluklarından da çocuklarından da hatırlarlar, en çok kızılan ödevler yazma gerektiren ödevlerdir. Çocuklar, gençler yazmaktan hoşlanmıyor, zevk almak bir yana işkence gibi görüyor. Bunda genel olarak yazı öğretme tekniklerimizin rolü olabilir mi mutlaka düşünmeliyiz. Hatta sınav tekniklerimiz bile etkili olabilir. Çocuklar sınavların test yöntemiyle yapılmasından çok memnunlardı. Yazılı dediğimiz tarzın yeniden sınav çeşitleri arasına alınması tepkilerine sebep oldu.

Yazmanın geleceği

Kâğıda kalemle yazmanın çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar bilgisayar kullanmak, elle yazdığımızdan daha hızlı yazabilmek, yanlış yapınca düzeltmek, saklamak, şekil vermek gibi birçok imkân sunuyor olsa da kâğıt kalemin yerini tutmuyor. Eskiden çok daha az fotoğraf çektirirdik ama saatlerce albümlere bakardık, albüme bakmanın bir lezzeti vardı. Şimdi dünya kadar fotoğraf çekiyoruz hatta bazı insanların her anı fotoğraflarla kayıt altına alınıyor. Ama artık onlara çay ve sohbet eşliğinde bakılmıyor. Çoğunu silip atıyoruz ya da dijital hafızalarda depolanıp duruyor. Bilimkurgu edebiyatının en önemli isimlerinden Ray Bradbury, Fahrenheit 451’inde, kitapların yakılarak yok edildiği bir gelecek tahayyülünü anlatır. İnsanlar dev ekranlardan sürekli bir şeyler izlemektedir. Okunacak hiçbir şey kalmamıştır. Otorite bir yerde kitap olduğunu haber aldığında orayı basmakta ve bulduğu kitapları yakmaktadır. Kitabın adı da buradan gelir. Kitapların yanma derecesi 451 Fahrenheit’tır. Bizim ülkemizde de maalesef kitapların yakıldığı dönemler oldu. Bradbury’nin kitabında, kitapların yok edilişini izlerken tasvir ettiği acıyı ya da 12 Eylül’de kitapların yakılmasının toplumumuza yaşattığı travmayı düşünmek bile istemiyor insan. Yani elinde bir kitap tutmanın, ondan notlar almanın, yazı fikirlerini alt alta sıralamanın da bambaşka bir tadı var.

Esra Özer Duru, Ankara, 20 Şubat 2024.  



[1] Yetim ve Öksüzler İçin El Ele Derneği'nin Youtube kanalında Melike Baktemur Hanımefendi ile yaptığımız sohbetin ilk metni. Sohbeti izlemek için video linki: https://youtu.be/_P0kQpeHDfs?si=iXD0v4aOcGKjvBOI


22 Şubat 2024

İÇİNDEN GAZZE GEÇEN YAZI

Bir süredir eğitim öğretim sistemlerimizle ilgili düşünüyorum. Gazze’de 7 Ekim’den beri yaşanan soykırım da bu düşünce sürecini etkiliyor. Biraz dağınık olmakla birlikte yazı boyunca bu yolculuğa eşlik etmenizi rica ediyorum. Sabır gösterirseniz konuyu Gazze’yi anmadan bağlamayacağım. Birçok insanın ebeveyn olduğunda kendisine sorduğu sorular vardır:

“- Çocuklarımız bize verilmiş oyun hamurları mıdır ya da ‘Tabula Rasa’dan mülhem istediğimiz metni yazabileceğimiz boş kâğıtlar mı? Peki çocuk bizim yazdığımız metinlerden hoşlanmazsa ne yapmak gerekir?

- Ebeveyn olarak tüm kontrolün elimizde olduğunu sandığımızda neler yapabileceğimizin farkında mıyız? Kontrolü kaybedersek neler olur?

- Çocuğa; iyiye, güzele, ahlaklıya dair anlatmaya çalıştığımız şeyler ilahi kaynaklara mı dayanır, yoksa bizim korkularımıza, geleneklerimize mi?

- Biz korktuğumuz için onları da korkak mı yaparız?

- Hz. İbrahim’e put üreticisi babasının ve putperest kavminin yanlış yaptığını düşündüren neydi?

- Hz. İbrahim, babasının putlarını inkâr ettiğinde babası ne düşündü?

- Hz. Ali, küçücük bir çocukken babasının yolunu izlemek yerine Hz. Muhammed’e nasıl yöneldi?

- İnsanlar bulundukları toplumdan, yıllarca değirmeninde öğütüldükleri Siyonist eğitim sisteminden sağ çıkmayı nasıl başarıp Gazze için gözyaşı dökebiliyorlar? Onların düşünme biçimlerini “diğerinin haklılık ihtimaline”, “toplumsal bir yanlışın içinde olabileceklerini” düşünmeye, değerlendirmeye açık kılan ne?

- Bizim toplumumuzda mesela basit bir boykotun dahi başarılı olamamasına ne sebep oluyor? Topluma, çocuklarımıza, gençlerimize ne yaptık/yapmadık da insanlık için basit ve bireysel bir duruş olarak tüketim tercihlerini bir süreliğine değiştirmek dahi onlara zor geliyor?

- Bütün dünya insanlık, iyilik yönünde bir arayış içindeyken aynı arayış bizim toplumumuzda neden hak ettiği yankıyı bulmuyor?”

Yazıyı sıkıcılaştırmak pahasına ama önemine binaen sıraladığım bu sorulara cevap bulma yolculuğum beni Nihan Kaya’nın İyi Aile Yoktur serisine getirdi ya da kitabı okuyunca sorularım daha da zor bir hal aldı.

İyi Aile Var mıdır?

İyi Aile Yoktur, Nihan Kaya’nın, İyi Toplum Yoktur ve Bütün Çocuklar İyidir isimli kitaplarından oluşan üçlü serisinin birinci kitabı. Yazar, inandığınız, uyguladığınız, kural zannettiğiniz her şeyle ilgili sizi derinlemesine düşündürmeye çalışıyor. Öyle yabana atılır şekilde de değil; kendisinin ya da başka insanların anılarını, tecrübelerini anlatıyor, sorular soruyor, fikrini ortaya koyuyor, uzman görüşleriyle destekliyor. En sevdiği ve sık sık görüşlerine yer verdiği hatta kitabını ithaf ettiği uzman ise psikolog, psikanalist Alice Miller. Miller’ın öğretisi ebeveyn kaynaklı çocuk istismarını anlatmaya ve çözümler bulmaya odaklı dolayısıyla Kaya’nın anlatısı da öyle. Bu nedenle Nihan Kaya’nın kitabını okumak ve faydalanmak için açık fikirli olmak önemli. Kitabı, inançlarınıza, ebeveynliğinize, toplumsal değerlerinize saldırıldığını düşünmeden okursanız murat hasıl olabilir.

Serideki kitapların adları oldukça kışkırtıcı. Yazar bu adları koyarken ne düşündüğünü hemen kapakta açıklamaya başlıyor: “İyi Aile Yoktur ya da paradoks şu ki iyi aile, ‘iyi aile yoktur’ düsturuyla hareket edebilen ailedir”. Serinin ilk iki kitabını okurken yerleşik yargılara, geleneklere sürekli saldırıldığını hissediyorsunuz. Aslında kimse bir şeye saldırmıyor. Yazarın oldukça saygılı, mesafeli bir dili var. Sadece “Bu nereden çıktı? Bunun kökeni nedir? Dini zannettiğimiz şeyler gerçekten dinden mi sadır olmuş? Bunları sürdürürken aslında neyi sürdürmeye çalışıyoruz? Allah gerçekten bizden bunu istemiş midir?” gibi zor sorular sorduruyor. Biz, yüzyıllardır sırtımıza yüklenen, toplumsal hafızamıza kazınan şeylere kendi varlığımızdan bile daha kuvvetle inanıp savunduğumuz için saldırıya uğramış gibi hissediyoruz. Yazarın üslubuna ve anlattıklarına yönelik yaklaşımımız aslında eğitim öğretim süreçleriyle ilgili sorunlarımıza bir nebze ışık tutuyor.  

Yazarın dikkatimizi çektiği en önemli sorun, ailede başlayan, okulla devam eden, toplumun sürekli eşlik ettiği, insanın çocukluğundan itibaren kendisi olmaktan vazgeçirilmesi, özgün karakterinin yok edilmesi, iyiye güzele dair içgüdülerinin baskılanmasını içeren “eğitim” süreçleri. Kaya’nın bu konuda yazdıkları halihazırda bizim yaşadığımız eğitimle ilgili sorunları da hatırlatıyor.

Sahne Gazze’nin

Bu noktada biraz soğanlı bitkilerden bahsedelim. Soğanlı bitkilerle uğraşanlar bilir. Bu bitkiler aslında doğal şartlara dayanıklı kendine has bilgeliği olan bitkilerdir. Soğanları; onların açmalarına uygun şartlar olduğunda açmalarını aksi halde yıllarca saklı kalmalarını sağlar. Kaya diplerinde, taş aralarında, karın altında açarlar. Çiçekleri bize oldukça nadide ve kırılgan görünür. Hatta uluslararası kaçakçılığa dahi konu olurlar. Bu bitkiler bir yerden bir yere taşındıklarında hemen çiçek açmazlar. En az bir yılı yeni yerlerinde çiçeksiz geçirmeleri gerekir. Şartları beğenmezlerse ya da çiçek açacak kadar olgunlaşmadıklarını değerlendirirlerse daha uzun süre de açmayabilirler. Mesela bitki çiçek açmaya hazırlanırken dikili olduğu yerden sökülüp başka bir yere taşınırsa açmaktan vazgeçer. Bu bitkilerin bütün güzellikleriyle açması, soğanlarını çoğaltması için çevre şartlarından emin olmaları gerekir. Bu yönleriyle hayranlık uyandırıcıdırlar.

7 Ekim’den beri Gazze’de korkunç şeyler yaşanıyor. Bunlara şahit olmak çok zor. Gazze imtihanı bizi insanlık olarak nihai bir noktaya götürüyor. Dünya halkları, Gazze’de yaşananlar karşısında devletlerinin politikalarındaki, eğitim sistemlerindeki, ailelerindeki, inanç sistemlerindeki ikiyüzlülükleri tespit edip onlara karşı koyuyor, bunları samimi bir şekilde protesto ediyor. İnsanlar, yıllarca tabi tutuldukları eğitimleri, toplumsal ön kabulleri sorgulayarak, bunlara karşı çıkarak, dışlanma, yargılanma gibi sonuçları olabilecek tepkileri göze alarak insanlığa/Gazze’ye sahip çıkıyor. Bazıları, büyükanne ve büyükbabalarının 2. Dünya Savaşındaki soykırımdan sağ kalan insanlar olduğunu, anne babalarının katıksız Siyonistler olduğunu ama yanlış bir şeyler olduğunu fark ettiklerini dile getiriyorlar. Bulundukları aydınlık noktaya baktığımızda onları kahraman gibi görürken kendi çocuklarımızın düşünce yolculuklarından ölesiye paniğe kapılıp yollarında yürümelerine engel oluyoruz. Ama belli ki kahramanlar, “atalarının dini”ne eleştirel gözle bakabilen sağlam karakterli, sorgulayıcı insanlardan çıkıyor. Öyleyse mensubu olmakla şereflendirildiğimiz son dini bir “atalar/gelenekler kültü”ne çevirmeden önce toprağın altında saklı duran hazinelerimizin olgunlaşmasına uygun şartları oluşturalım. Hani Aliya İzzetbegoviç’e de atfedilen bir Meksika atasözü var ya işte onun gibi: “Bizi toprağa gömmeye çalıştılar ama tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.”  

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-icinden-gazze-gecen-yazi-4047

Esra Özer Duru, Ankara, 17.02.2024.

22 Aralık 2023

SİYONİST İSRAİL KENDİ YARATTIĞI EFSANEYİ YIKARKEN

Siyonizm, “katledilen masum halk” rütbesini kimseyle paylaşmak istemediği için Nazi Almanyasında Yahudilerden başka insan topluluklarının da öldürüldüğünün konuşulmasını istemez. Halbuki Naziler; Yahudilerin yanında Romanları, Polonyalıları, çeşitli Slav halklarını, ırkı fark etmeksizin engellileri de ortadan kaldırmayı denedi. Siyonistlerin en önemli silahı olan Hollywood yapımı filmlerde, kamplarda ölen diğer halkların ismi bu nedenle neredeyse hiç geçmez. Yıllardır esaslı Siyonist bir eğitimden geçiyor olmasına rağmen dünya halklarının geldiği İsrail’in meşruiyetini ve zulümlerini sorgulayan nokta o yüzden takdire şayan.

Kıyamet filmleri (apokaliptik) denilen bir kategori vardır, meraklısı seyreder. Hollywood, bu filmlerde dünyanın bir felakete gidişini ya da bir felaketten nasıl toparlandığını anlatır. Bu filmler, komplo teorisyenleri için bolca malzeme içerir. Diğer yandan anlatılan hikâyede, izleyeni, mantıkla, gerçekle bağdaştığı için rahatsız eden yönler vardır. 2013 yılında Dünya Savaşı Z isimli bir film gösterime girdi. Senaryonun kaydettiği isabet filmin, Covid salgını sırasında bol bol haber olmasını sağladı. Film, laboratuvarda üretilen bir salgın hastalık virüsünün kontrolden çıkarak dünyaya yayılması ve cengâver bir grup insanın bununla mücadelesini anlatıyordu. Ekip, mücadelelerine destek ararken çeşitli ülkelere gidiyor ancak hiçbirinden umdukları yardımı alamıyordu. Duraklardan biri de İsrail’di. İsrailliler virüsün ülkelerine girmeyeceğinden çok eminlerdi çünkü ülkelerinin etrafı kalın ve yüksek duvarlarla çevriliydi. Zaten bu duvarları ileri görüşlülükleriyle (!) Filistinliler ve onlardan gelecek böyle tehlikelerden korunmak için örmüşlerdi. Burada senaryonun ironisi devreye girdi, beklenmeyen gerçekleşti, hastalıktan deliren İsrailliler, o duvarların içini birbirlerinin mezarına çevirdi.

Hz. İbrahim, oğlu İsmail, kurbanlıktan azat edildiğinde; başka bir oğlunun soyundan gelen torunlarının, insan kardeşlerini kıyıma uğratacağını hiç düşünmüş müdür? Kendilerine onun ve oğullarının adını ata adı olarak seçen İbraniler/İsrailoğulları/Museviler/Yahudiler -bunların hepsi bir peygambere dayanan isimlendirmeler- yazdıkları efsanevi öykülerden devşirdiklerini sandıkları meşruiyetle, akraba bir kavmi yok edebilmeyi mi hedefliyor? Torah’ta Hz. Adem’in oğullarından Kabil, Habil’i öldürdüğünde, Tanrı’nın Kabil’e sorduğu “Kardeşine ne yaptın?” sorusundan kaçabileceklerini mi düşünüyor? Kur’an-ı Kerim’de aynı kıssa anlatıldıktan sonra yapılan “İşte bundan dolayı İsrailoğulları için şu hükmü koyduk: ‘Bir cana kıymanın veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın cezası olmaksızın kim bir kimseyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.’ Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller, mucizeler getirdiler. Ne var ki, bütün bunlardan sonra onların pek çoğu hâlâ yeryüzünde taşkınlık yapıp durmaktadırlar” ilahi ikazından kurtulabileceklerini mi hayal ediyor?

Bu kadar kan, acı, gözyaşı üstüne bir şehir, bir ülke nasıl kurulabilir?

Hangi dinin kutsal kitabı, peygamberi, böyle bir soykırımı emredebilir ve meşru bulabilir?

Ölü bedenler üzerine bir medeniyet inşa edemezsiniz!

O kan sizi tutar!

Siyonistler, yıllardır kendilerine Nazi Almanyasında maruz kaldıkları zulümleri istismar ederek sanal bir güçlülük dünyası inşa ettiler. “Yenilmez”, “güçlü”, “Ortadoğu’nun tek demokrasisi”, “dünyanın mazlumu” gibi sıfatlarla zalim, katliamcı, gayrimeşru, haysiyetten yoksun, canavar Siyonist işgallerinin üstünü örtebileceklerini zannettiler. Ancak çok yanıldılar. Dünya halkları uyandı. İsrail’in ne kadar düşebileceğini gördü. Tıpkı Dünya Savaşı Z filmindeki gibi İsrail, kendisini, inşa ettiği o duvarlar arasında yok edecek. Dünya halkları, İsrail’in kibirden aynasını paramparça edecek ve zafer mazlum Gazzelilerin olacak! 

BİSAN’IN SAÇLARI[1]

Çerçeve Hikâye, içinde başka öykü ya da öyküler barındıran iç içe geçmiş hikâyelerdir. Anlatılan ilk hikâye ya da tüm hikâyelerin yanında sürüp giden hikâye ana hikâyedir, dış çerçeveyi oluşturur. Bu teknik sayesinde yazar okuyucusuna bir metinde birkaç hikâyeyi, mesajı birlikte ve kolayca verebilir. Başka bir deyişle “öykü içinde öykü” veya “öyküler dizisi” barındırır.

“Gülüşleri ve öpüşleri çalınmış çocuğun gidişler uğruna uzattığı saçları için…”[2]

Bisan’ın kıvır kıvır çok güzel saçları vardı. Örmezdi ama bazen başının üstünde bazen de kulaklarının arkasında topuzlar yapardı. Bisan’ın kıvırcık saçlarından başka içleri gülen gözleri, cıvıl cıvıl bir gülüşü vardı. Bisan Gazzeliydi[3].

1983’te babam yeni kurulmuş bir yayınevinin (Çekirdek Yayınları) bastığı “İslam Ülkelerinden Hikâyeler Dizisi[4]”nden üç kitap getirdi. Kitaplar geldiğinde okuma yazmam yoktu, çizimleriyle dost olduk. Yalçın Turgut’un çizdiği iri gözlü, kıvırcık saçlı, hüzünlü çocuklarla yarenlik ettik uzun süre. Onlara kafamda birer hikâye yazmıştım ama hikâyeleri başkaydı.

Filistin’de Bir Çocuk’un hüzünlü kahramanı 10 yaşında, kıvırcık saçları iki örgülü Ayşe Sevra, bir mülteci kampında doğmuştu. Bütün Filistinli çocuklar gibi büyük hayalleri vardı. Dalgın gözlerinde hep bir damla yaşı olurdu. Gerçek bir olayın kahramanı 9 yaşındaki Mehtike Libyalıydı. İki yandan ördüğü koyu renkli, kıvırcık saçlarını hoplata hoplata kuzularının peşinden koşardı. Kısacık ömrü, kuzularını otlatırken ABD üssünden kalkan bir helikopterden açılan ateşle bitiverdi. Küçük Tuba Büyük Yolda’da Tuba ailesi ile birlikte karayoluyla hac yolcusu bir Türk kızıydı. Tabi ki kıvırcık, iki yanından örgülü saçları vardı.

Bisan, Filistinli bir sosyal medya içerik üreticisi, kendi hikâyesinin başrolünde. Dünya, Gazzeli kadınların acılarını, ihtiyaçlarını onun objektifinden ve anlatımından öğreniyor. Bisan, birkaç gün önce uzun ve kıvırcık saçlarını, İsrail’in Gazze’deki zulümlerinden biri olan susuzluk nedeniyle kesmek zorunda kaldığını açıkladı. Paylaştığı fotoğrafta, avucunda güzelim kıvırcık saçlarından kesilmiş bir tutam vardı.

Bisan’ın saçlarını görünce aklıma kendi çocukluğum geldi. Biraz komik biraz talihsiz bir sebeple o güne kadar sımsıkı ördüğüm kıvırcık saçlarımı kısacık kestirmek zorunda kalmıştık. Bazı arkadaşlarım o sırada popüler olan bir köle dizisindeki çocuk köleden ilhamla bana isim takmıştı. Küçük Sebastio özgürlüğü için mücadele ediyordu.      

Yerli kadınları da saçlarını iki yanlarından örerlerdi. Gazzeli kadınlarla kendi ülkelerinde dayanışan yerli kadınlar (sömürgecilerin adlandırmasıyla Kızılderililer) örgülü saçlarıyla dans edip şarkı söylüyorlar. Yani Bisan’ın saçları çerçeve hikâyemiz. Bizi, yeryüzünün özgür kadınlarını, birbirimize bağlıyor. Ayşe Sevra’nın, Mehtike’nin, Tuba’nın, Esra’nın, Mahsa’nın, Rachel’ın, Bisan’ın kıvırcık, düz, uzun, kısa, sarı, siyah, örgülü, örtülü, örtüsüz saçları… Sevgili Bisan’ın saçları; özgür Filistin’in özgür rüzgarlarında çok yakında uçuşur inşallah[5].

Esra Özer Duru, Ankara, 20.12.2023.


[1] Yazıyı okurken dinleme önerisi: Savage Daughter https://youtu.be/tegev08KyHY?si=WlcSskV532iTffM0

[2] Bu mısranın şairini hatırlayamadım ve internet taramalarında da bulamadım. Özür ve saygıyla…

[3] Bisan, Gazze’de ve şimdilik iyi. -di’li geçmiş zamanı, hikâye zamanı olduğu için kullandım.

[4] Çekirdek Yayınevi, 1982’de ORBAY Ortadoğu Basın Yayın A.Ş tarafından çocuklara İslam coğrafyasında yaşananları anlatabilmek amacıyla kitaplar yayınlamak için kuruldu. İdare Meclisi Başkanı Hasan Aksay’dı. Filistin’de Bir Çocuk ve Mehtike’nin yazarı Abdurrahman Dilipak, çizeri ise Yalçın Turgut Balaban’dı. Balaban, 2021’de vefat etti. Hasan Aksay, (Aralık 2023 itibariyle) rahatsızlığı nedeniyle hastanede tedavi görüyor. Küçük Tuba Büyük Yolda’nın yazarı Hasan Fettahoğlu ile ilgili bilgi bulunamadı.

[5] https://www.hertaraf.com/koseyazisi-siyonist-israil-kendi-yarattigi-efsaneyi-yikarken-3981 

13 Aralık 2023

GAZZE İSRAİL’İN ÜSTÜNÜ KIRIK KALEMİYLE ÇİZİYOR

Düşünmeye, yazmaya, konuşmaya, yaşamaya çalışıyoruz. Olmuyor! Dünya halkları, Gazze’deki soykırıma bağırarak, ağlayarak, protesto ederek, meydanlara çıkarak, şarkılar söyleyip dans ederek, mumlar yakarak… karşı koyarken, İsrail ve işbirlikçileri gözümüzün önünde, Gazze’de; bilmediğimiz bir tanrıya, kirlettikleri semboller eşliğinde gözü dönmüş şekilde cinayetler işleyip kan akıtarak kurbanlar sunuyor. Bu tanrıyı kutsamak için, Hz. Musa’yı, Hz. Davut’u, Hz. Süleyman’ı, Davut Yıldızı da dedikleri Mühr-ü Süleyman’ı, Tevrat’ı, “vadedilmiş topraklar”ı, yıkmaya çalıştıkları Mescid-i Aksa’yı, “antisemitizm”i, “Holokost”u, “kendini savunma hakkı”nı, “kınama”yı, “ateşkes”i, “esir takası”nı, “orantılı güç kullanımı”nı… her şeyi ama her şeyi bozup yeniden tanımlamaya kalkışıyor. Cümleler merhametsizce formüle ediliyor. Fail İsrail olunca fiiller edilgenleşiyor, Gazzeliler sanki kendiliğinden ölüyor.

İsrail hep yaptığını yapıyor. Fotoğraflarla, haritalarla, videolarla, kayıtlarla, haberlerle, enkazlarla oynuyor, kendince “haklılığını” dekore ediyor. Gerçeğin şahitleri gazetecileri ortadan kaldırmak istercesine kendilerini, ailelerini öldürüyor. Hastaneleri, camileri, kiliseleri, okulları, sivil toplum binalarını yok ediyor. Bir halkı orada hiç yaşamamışçasına yok etmeyi, hepimizi bu algıya maruz bırakmayı deniyor. Kelimelerimizle, vicdanımızla, aklımızla, tarihimizle oynuyor. Hem üzümü yiyip hem bağcıyı dövüyor hem de ciyak ciyak bağırıyor. Bunları yaparken öyle rahat ki, yarın dünyaya dönüp “Gazze mi? Saçmalamayın, burada öyle bir yer yoktu!” diyebilir, bir dizi şahit bile getirebilir. Bu utanmazlık, insafsızlık karşısında hissettiklerimizi ifade edecek kelime, eylem, duygu bulamıyoruz. Hatta boykotların duyurulduğu şekillendirildiği, sansürlere direnildiği yeni bir mecra olan sosyal medya meydanının dili “emoji”ler de yetersiz kalıyor şahit olduklarımız karşısında. Ne desek hafif kalıyor!

Gazze bizim neyimiz olur?

Ankara’daki Kelime Müzesinde g harfindeki “gazlı bez” kelimesinin tanımında şöyle yazıyor: “Düşeriz, dizimizi kanatırız, yaralanırız da oraya gazlı bez sararız. Ama koklarsın, koklarsın gaz kokusu gelmez. Çünkü gazlı bez, gazlı bez değildir. Onun aslı gaz bezidir. Onun da aslı Gazze bezi. Gazze’nin meşhur incecik tülbent bezi.” Yani Gazze bizim hem yaramız hem yaramızı saranımız oluyor. Gazze; yakamızı, kalbimizi, elimizi bırakmıyor. Aklımız, fikrimiz, gündemimiz hep Gazze… Buna rağmen Gazze’de yaşananlar, insanlığımızın, merhametimizin, cesaretimizin, aklımızın, mantığımızın, fedakârlığımızın, hassasiyetimizin, kahramanlığımızın üstünü; çaresizliğimizin, acizliğimizin, az gelişmişliğimizin altını çiziyor.  

Gazze’de şu kadar çocuk, şu kadar kadın, şu kadar erkek ölüyor… İsimleri sevgiyle konulmuş, sofraya çağrılmış, hediyeler alınmış, başı okşanmış, dizine yatılmış, saçının topuzu öpülmüş, bir tohum ekmiş, bir çiçeği sulamış, bir kediyi kucaklamış, topu arabanın altına kaçmış, şarkılar söylemiş, dualar etmiş, hatta bu dünyanın oksijeni dahi ciğerlerine küvözsüz nasip olmamış bebeklerin aralarında olduğu her kim varsa vahşi bir ölümle öldürüyor İsrail. Seçmiyor, ayırmıyor, acımıyor, durmuyor, dinlemiyor.

Hesapların üstünde bir hesap var: İsrail kendi ayağına sıkıyor

Siyonist İsrail, Gazze’deki cürümleri işlerken bugüne kadar istismar ettiği “Nazi mağduru”, “Holokost sağ kalanı” imajlarını kendi kendine yerle bir ediyor. Siyonistler gerçek yüzleriyle bütün dünyada ilk kez böyle faş oluyor. Aralarında Nazi soykırımından sağ kalmış insanların çocukları ve torunları da olan bazı Yahudiler İsrail’e “bizim acımızı kullanma, bizim adımıza öldürme” diyerek karşı çıkıyorlar. Kıyamete yaklaşan dünyada hiçbir şey gizli kapaklı kalmıyor. Gazze’nin şehitleri, emanetlerini teslim etmeye bütün ihtişamlarıyla yükselirken İsrail’i ve işbirlikçilerini tarihin en büyük utancı ve hesabı bekliyor[1].

Esra ÖZER DURU, Ankara, 8 Aralık 2023.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!