27 Eylül 2024

CAMİSİZ KADINLAR, KADINSIZ CAMİLER

Hayırlı Cumalar!

Camiye her gittiğimizde yeni bir anımız oluyor ne yazık ki! Hepimizin en rahat hissetmesi gereken yerde, kadınların rahat edememesi ve bu yönde anılar biriktirmesi üzücü! Halbuki erkekler camide oldukça rahatlar, orası birçok mekân gibi onların mekânı. Camilerde var olmaya, camiyi hayatının içine almaya çalışan kadınlarsa sürekli olumsuz karşılaşmalar yaşıyor ve neredeyse tamamen geri çekilmiş durumda. Bu konuyu mutlaka çözmeliyiz[1] çünkü camilerin günlük hayatımızdaki yeri gittikçe azalıyor, cami cemaatinin yaş ortalaması artıyor ve cinsiyet profili de büyük oranda erkeklerden oluşuyor.

Annemle her hafta Cuma namazına gitmeye çalışıyoruz. Her Cuma ayrı bir camiye gitmek mümkün olmuyor ama kendi mahallemizin camisinde bile her hafta bir anı yapabiliyoruz. Mesela yaz boyu 40 derecenin üstünde sıcakta, camları açılmayan, kliması çalışmayan, yarısının erkeklere paravanla tahsis edildiği bir kadınlar kısmında Cuma namazlarımızı eda etmeye çalıştık. Başlarda farklı katlarda olmamıza rağmen bizimle aynı hizada namaz kılmamak için bize geri çekilmemizi söyleyen erkekler; şimdi paravanla ayrılmış da olsa aynı safta namaza duruyorlar. Alt kat bile dolmazken kadınlar kısmının yarısı neden erkeklere tahsis edildi anlamak zor.    

Sorun sosyolojik

Kısa bir internet taramasında dahi kadınların, camilerdeki varlıklarını kabul ettirebilmek ve rahat hissedebilmek yolunda mücadele verdiğini görüyoruz. Covid salgınından önce İstanbul’da Kadınlar Camide isimli bir hareket başlatıldı. Kadınlar sosyal medyadan, her hafta belli bir camide Cuma namazına katılmak için sözleşip hem namazlarını kılıyor hem de o caminin kadınlar kısmı ya da o camide kadınlara yönelik muamele ile ilgili tespitler yapıyorlardı. Araya salgın girince hareket sekteye uğradı. KADEM de bir süre önce başlattığı “Camiler Hepimizin” projesi kapsamında 17 camide, camilerin fiziksel şartlarını, erişilebilirliğini ve etkinlik alanlarındaki durumları tespit ettiği bir saha çalışması yaptı. Sonuç çalıştayında[2], kadınların camilerde yaşadığı fiziksel sorunlar, fırsat eşitliğini ihlal eden uygulamalar, kadınları ve çocukları camiden uzaklaştıran zihinsel kodlar başta olmak üzere pek çok sorun ve çözüm önerileri tartışıldı, bunların kaynağının dini değil sosyolojik temelli olduğuna dikkat çekildi. 

Kadınların camilere gelmeyişinin en önemli sebebi, yıllardır inşa edilen toplumsal yargılar. Anlaşılan, bu yargıları içselleştiren kadınlar, zaman içerisinde camilere gelmeyi denemekten vazgeçmiş, ibadetlerini evde yapmayı tercih eder hale gelmiş. Geçen Kurban Bayramında Gazze’de savaş şartlarında Gazzeli kadınların erkeklerle birlikte bayram namazı kıldığı görüntüler düştü önümüze. Buna bakıldığında ülkemizde kadınların öğrenilmiş bir çaresizlik durumu olduğu, camide istenmeyişlerinden deyim yerindeyse zamanla bazı “yan kazançlar” elde ettiği akla geliyor. Ezan okunmadan işi gücü bırakıp namaza hazırlanmak ve en yakın camiye gitmek, kadınlara yüklenen günlük sorumluluklar açısından kolay organize edilebilecek bir durum değil. Dahası o hafta Cuma vaktinde erkek cemaatin artması nedeniyle kadınlar kısmının erkeklere tahsis edilme ihtimali de durumu pek parlak kılmıyor. Halbuki Gazze örneğinde ya da hac ve umrede gördüğümüz kadarıyla kadınlar vakit namazlarına iştirak ediyor ve bu durumdan mutlu oluyorlar.

Cuma namazının kadınlara farz olup olmadığı, kadınların namazı evde kılmalarının cemaatle namaz kılmalarından daha efdal olduğu gibi tartışmalar bu yazının zaten kapsamı dışında. Çünkü muhtelif kaynaklarda herkes kendi düşüncesine mesnet teşkil edebilecek yorumu bulabiliyor. Diğer yandan bazıları kadınların haklarını talep ettikleri her alanda bir mevzi kaybetme hüznü yaşıyor. Yani bu konuda değişim sağlayabilmek ancak yeni bir zihniyet inşa edebilmekle mümkün. O nedenle camide bulunmak, ibadet etmek isteyen kadınlarla ilgili durumu tespit etmek beklenen sonuç açısından daha verimli olabilir.

Kadınlar camilerde neden rahat değil?

Camilerde kadınlara ayrılan alanlar genellikle fiziksel açıdan yeterli değil. Hatta bazı camilere kadınların yeri olduğunu varsayarak gitmek riskli. Çünkü erkek cemaatin sayısında artış olursa önce de söylediğimiz gibi kadınlar kısmı erkeklere tahsis edilebilir yani kadınların elinden gidebilir. Bu durumda namazınızı tuhaf gecekondumsu bölümlerde kılmak zorunda kalırsınız. Kadınlar kısmı; caminin tamamen dışında alet edevat koymak için inşa edilmiş küçük bir odaysa ya da caminin içinde ama mahzen gibi alt kattaysa genellikle havasız, ışıksız, küçük, kokulu, çok soğuk ya da çok sıcak. Üst kattaysa erişimi zor veya zorlaştırılmış olabilir. Kadınlar kısmına gitmek için erkek cemaatin arasından geçerken dahi işaretçi amcalar geçişinize sabredemeyebilir.  

Camiye sürekli giden nüfusun yaş ortalaması maalesef oldukça yüksek. Bu insanların bir kısmı namaza ayakta başlayıp oturarak devam ediyor. Dolayısıyla merdiven çıkmakta zorlanıyorlar. Ancak kadınlar kısmının üst katta olduğu pek çok camide asansör bulunmuyor. Buna ek olarak kadınlar kısmında namazı oturarak kılmak için tabure de bırakılmıyor çünkü tabureler erkeklere daha çok lazım oluyor(!).  

Kadın abdesthaneleri hem temizlik hem de erişim bakımından oldukça sıkıntılı. Kadınların çoğunun camiye abdestli gelmesi ve abdestinin sıkışmaması için dua ediyor olması kuvvetle muhtemel. Ezan okunacağında en yakın camide abdest alıp cemaate katılmak imkânsıza yakın bir durum. Hele çocuklarla camiye gelmek en akıldışı işler listesinde üst sıralarda.

Kadınların camilerde yaşadıkları zorlukları çözebilecekleri halde bazı imam ve müezzinlerin gereken adımları atmaması başka bir üzücü durum. Camilerin birincil sorumlusu onlar ve isterlerse cemaati yönlendirebilecekleri gibi birtakım teknik sorunları ortadan kaldırabilirler. Camilerde çocuk ve kadınların daha çok bulunması ve daha fazla zaman geçirmesi onlara temizlik, güvenlik ve düzen bakımından birçok ek sorumluluk getirebilir, bu da onları çözümün parçası olmaktan alıkoyuyor olabilir.

Aslında Ankara’daki Ahmet Hamdi Akseki Camii gibi yeni ve büyük camilerde sayılan sorunlarla neredeyse hiç karşılaşılmıyor. Bu da yetkililerin çözümleri bildiğini ve gerekli adımların atılması halinde sorunların çözülebileceğini gösteriyor. Belki de ilk olarak kadınlara konulan bazı kısıtlamaların “bir hak mahrumiyeti olarak değil, onların iyiliği için” olduğu takdiminden vazgeçilmesi gerekiyor. Çünkü ibadetini camide yapmak ya da camide zaman geçirmek isteyen bir kadını bundan alıkoymanın iyi niyetlerle izahı mümkün görünmüyor. Kadınların camilerde yaşadığı sıkıntıların genel durum olmaktan çıkarılıp istisna kılınması zorunluluk arz ediyor. Sadece Cuma namazlarında değil, vakit ve bayram namazlarında da kadınların camideki varlığına alışılması, herkesin birbirine uygun, birbirinin varlığının bilincinde ve varlığına saygılı davranmayı öğrenmesi icap ediyor. Bunun çözümü de akıl vermekten değil, kadınlara camilerde erkek cemaatin sahip olduğu şartları sağlayabilmekten geçiyor.
Esra Özer Duru, Ankara, 26 Eylül 2024.

21 Eylül 2024

EL YAZISINDAKİ E

I-

Epeydir banyonun sert zemininde yatıyordu. Bedeni el yazısındaki E harfi gibi tuhaf bir şekil almıştı. Başı biraz geriye yaslı, yüzü yukarı dönük duruyor, bedeniyle bacakları tuhaf birer kavis yapıyordu. Yüksekten düşmüş olmalıydı. Ne kadar zamandır burada yattığını kestirmesi mümkün değildi. Bedeninin uyuşukluğuna ve hareketsizliğine bakılırsa birkaç saatten daha uzun süredir burada olmalıydı. Hiç acı duymuyor ama hiçbir yerini hareket ettiremiyordu. Sırtıyla bacaklarının aynı eksende durmadığı hissi içini bulandırdı. Acaba omurgası hasar görmüş, felç falan mı olmuştu? Ellerini, ayaklarını, en azından parmaklarını hareket ettirmeye çalıştı. Bana mısın demediler? Hiçbirinde en ufak hareket yoktu.

Yukarıdan bakıldığında yattığı yer, -nedense- bir suç mahalli izlenimi uyandırıyor olmalıydı. Çünkü başkaları gibi sıradan bir şekilde düşemez, düştüğü yer sıradan bir manzara arz edemezdi. Düşerken -tabi düştüyse, bir yerlere çarpmış olabilir miydi? Neden düşmüştü? Gözü falan kararmış, hareket etmeye çalışırken ayağı bir yere takılmış, tökezlemiş miydi? Belki biri arkasından başına vurmuş ya da onu itmişti. Gerçi neden biri böyle bir şey yapsındı bilmiyordu. Böyle bir hareket ancak düşmanlıkla açıklanabilirdi. Düşmanı var mıydı ki acaba? Herkesin düşmanı olabilirdi de arkadan yaklaşıp başına vuracak, onu bir yerden itecek daha önemlisi ölümünü isteyecek kadar kimin düşmanlığını çekmiş olabilirdi üstüne?

Hayatında düşmanlar kazanmamak için elinden geleni yapmış, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmamaya gayret etmişti. Dost neyse de düşman; kazanmayı isteyeceği en son şeydi. İşine gücüne bakar, yanlışa yanlış, doğruya doğru demezdi. Kimsenin tepkisini çekmemek için bugüne kadar neredeyse hiçbir konuda fikrini açık etmemiş, hele inandıklarını savunması gerekecek ortamlarda bir kelime dahi ettiğini duyan olmamıştı. Kavga çıkmasın diye tuttuğu takımı bile söylemez, futbol muhabbeti açıldığında sessizce dinlerdi. Biraz üstüne gelen olsa insanların hayatı kendilerine ne kadar zorlaştırdıklarından dem vurup boş vermenin önemini anlatırdı. Kimseye yer vermesi gerekmesin diye otobüste en arkaya yürür, minibüste uyuyor numarası yapardı. Sırf şoförlerle, yolcularla tartışmaya girmemek, önünde duran insanlardan izin istemeyip muhatap olmamak için kendi durağında inemediği bile olurdu. Öğrenciyken yüz alması gereken kâğıtlara verilen düşük notlara bile kibrinden itiraz etmemişti. Değerinin kendiliğinden anlaşılmasını bekliyordu. Böyle tuhaf biriydi işte. Varlığı, yokluğu; yeryüzü ve insanlık alemi için hiçbir fark teşkil etmese de kendini pek değerli bulurdu. Bir şeyi düzeltmek için zahmete girmek, terlemek, üzülmek, konuşmak, dilekçe falan yazmak onun işi değildi. Kendini hiçbir şeyle üzemez, yoramaz, incitemezdi. İkram gelecekse, varoluşuyla hak ettiği için gelivermeliydi. Ha yine kimse onu aksaklıklardan şikâyet etmekten alıkoyamazdı. Her şey başkalarının suçuydu, neden düzeltmek için bir şey yapmıyorlardı? Tabi bu kadar kamufle olmanın, hiçbir şekilde rengini belli etmemenin yan etkisi yalnızlık olmuştu. Halbuki kendisine benzeyenler vardı, en azından onların dostluğunu kazanacağını sanmıştı, öyle olmadı.  

Yattığı yerde yüzüne banyo kapısının altından gelen hafif esinti vuruyordu. Canlılığını korumasını bu esinti sağlıyordu. Bedenindeki tek hayat emaresi belli belirsiz nefes alıp verişiydi. Hani o nefes almıyor da nefes ona geliyordu sanki, tıpkı hayattaki duruşunun gerektirdiği gibi. Bu sefer işler kötü, durum, hayat memat meselesiydi. Başının tuhaf, geriye yaslı duruşunun sebebi içgüdüsel olarak hava akımını yakalama ihtiyacı olabilirdi. Birinin gelmesini ve kendisini fark etmesini beklemekten başka çare yoktu. Biri mutlaka gelirdi. Burada böylece ölmesine izin vermezlerdi, veremezlerdi. Bugüne kadar kimse için “orada” olmamıştı ama şimdi birinin gelip kendisini kurtarmasını umuyordu.

II-

Banyoya dişlerini fırçalamak için girdi. Fırçasına macundan bir miktar sıkarken aklında dünya kadar mesele vardı. Bu macun ne kadar sürülüyordu fırçaya? Mercimek kadar mı, nohut kadar mı? Tam iki dakika mı? Dipten uca mı, sağdan sola mı? Neyse neydi? Fırçayı ağzına soktu ve dişlerini fırçalamaya başladı. Ferah köpük ağzına yayılmaya başlayınca süre meselesi yeniden geldi aklına. İki dakika bazen çok kısaydı da diş fırçalarken uzun geliyordu nedense? Yukarıdan aşağı, içten dışa, dıştan içe, sağdan sola, soldan sağa, aşağıdan yukarı… Bu havluları değiştirmek lazım. Tuvalet kâğıdının yedeğini getirmek gerek. Şu kremlerin son kullanma tarihlerine bakılsa keşke. Bu diş fırçasını yenileme zamanı gelmiş midir? Onlar fırça tüketimini arttırmak için firmaların uydurduğu şeyler… Midir? Klozetin dibi yine kireç bağlamış onu bir ovmak lazım. Bu eskiyen fırçayla… Yok artık! Bas çamaşır suyunu! Bak nasıl temizleniyor! Ama çamaşır suyu herkese, her şeye zarar. Ne yazıyordu çamaşır suyunun üstünde? Sucul canlılar için ölümcül olabilirmiş? Sucul canlı nedir? Hepimiz sudan yaratılmamış mıydık? Öyleyse bu çamaşır suyu sucullar için ölümcül de karacıllar için ölümcül değil mi? Sucullar ölüyorsa karacıllar nasıl sağ kalır ki? Birileri ölürken birileri “sağ” kalabilir mi? Kalsa ona sağ denebilir mi? Karacıl canlılar karada mı yaşar? Kara ne zaman görünür? Kara görünmezse sudakiler ne yapar? Daha ne kadar yüzebilirler? Yorulmazlar mı, pes etmek istemezler mi? Sudakilere bir el uzatmayan bundan sonra kendine ne der? Nasıl nefes alır, adını ne koyar?

Ağzının içi köpüklü tükürük dolmuştu. Tükürüklü macun sıvısı dudağının kenarından akmaya başlayınca midesi bulandı. Öğürerek lavaboya tükürdü. Tükürüğü kanlıydı. Fırçayı ağzında birkaç kere daha gezdirdi, iki dakika dolmuştur herhalde diye düşünerek suya tutup yerine koydu. Ağzını çalkalayıp lavaboya birkaç kez daha tükürdü. Ellerini, değiştirmeye karar verdiği havluyla kurularken yerde temizlikten kalmış tuhaf şekilli bir toz iplikçiği fark etti. Ne garip! Tozun şekli el yazısıyla yazılmış E harfini hatırlatıyordu. Eğilirken bazı insanların hayattaki duruşunun bu iplikçiğe benzediğini düşündü. Böyleleri mesela sadece sucul canlıları değil, hiçbir canlıyı önemsemezdi. Hayatta hiçbir şeyi düzeltmek için bir çabaya girmez, her türlü ayrıcalığı, ikramı doğal olarak hak ettiklerini düşünürlerdi. Eğilip nemli parmaklarıyla aldı onu ve klozete bıraktı. Havlular birkaç gün daha idare ederdi ama tuvalet kâğıdını yedeklese iyi olurdu. Banyodan çıkıp ışığı kapattı. 

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-el-yazisindaki-e-4311

Esra Özer Duru, Ankara, 4 Eylül 2024.

12 Eylül 2024

SEVGİLİ AYŞENUR MÜSAADEN OLURSA…

İsrail, yıllardır Filistin’i, Gazze’yi ölümle soldurmaya çalışıyor. Neredeyse bir yılını dolduran bugüne kadarkilerin en ağır Gazze’yi yok etme harekâtı; kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı demeden bütün çiçekleri eziyor, solduruyor. Her gün onlarca ölüme şahit oluyoruz. Aileler, insanlar parçalanıyor; çocuklar annesiz babasız, anne babalar çocuksuz kalıyor. Gazze’de en az bir uzvunu kaybeden yüzlerce insan var. Sadece insanlar değil; mahalleler, sokaklar, hayvanlar, doğa da İsrail’in merhametsiz, kuralsız, insanlıktan uzak bombardımanlarıyla can veriyor. Camiler, kiliseler, hastaneler, okullar, yardım kuruluşları, zeytin bahçeleri… hepsi soluyor. Ama Gazze ve Filistin, kadim Filistin topraklarına defnettiği her bir evladıyla dünyayı diriltiyor. İşte Ayşenur Ezgi de o evlatlardan biri. Dünyanın dirilişinin bedeli bu kadar ağır olmasaydı keşke…

Ayşenur Ezgi Eygi, daha küçükken ailesiyle birlikte ABD’ye yerleşti. Şimdilerde birçok insanın düşlediği “Amerikan rüyası” ebeveyni tarafından sağlandı ona. Seçkin bir üniversiteden mezun oldu, çift anadal yaptı. Yaşadığı hayat itibarıyla İsrail kurşununa hedef olması çok düşük ihtimaldi. Hani mezuniyet törenlerinde diplomasını almaya Filistin bayrağıyla, kefiyeyle çıktığı için alkışladığımız gençler var ya Ayşenur onlardan biriydi. Daha 26 yaşındaydı, hayatının baharındaydı.

Birçok insanın kaybetmekten korktuğu imkânları kenara itti ve seçimini insanlıktan yana yaptı. Vatandaşlığına sahip olduğu ABD’nin baş sponsorluğunda İsrail’in bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün zalimleri geride bırakan zulümlerini protesto etmek için Filistin’e gelerek tamamen sivil bir eylemde bulundu. Rachel Corrie gibi Uluslararası Dayanışma Hareketi’nin (ISM) mensubuydu. Rachel, bundan tam 21 yıl önce İsrail buldozeri tarafından ezilerek katledilirken Ayşenur’u oturduğu zeytin ağacının altında, başına nişan alan bir İsrail keskin nişancısı öldürdü. Keskin nişancı mutluluktan yerinde zıpladı. Son 21 yılında İsrail’in zalimliğinden hiçbir şey kaybetmemesini kutladı. Corrie’nin ailesi, ABD’de ve İsrail’de açtıkları davaları kaybetti çünkü “Corrie tehlikeden kaçınabilirdi”. Ayşenur da Rachel gibi kalbinin sesini dinlemiş Filistin’e gitmişti. İstese o da ölümden kaçınabilirdi. Halbuki Filistin’de ölümden kaçınılabilir ama kaçılamaz! Ayağında pembe patenleri olan çocuklar bile vurulurken… Filistin’de yaşamanın tabiatı böyle. Ayşenur’un ölümünü farklı kılan, “beyazlar”ın yüksek standartlarında yaşarken insanlık onuru daha fazla ayaklar altına alınmasın diye yaptığı seçim! 

Sevgili Ayşenur, sen bizim Doğu’ya dair kaybetmeye başladığımız inancımızı tazeliyorsun. Sen insanlığımızın oraya buraya sapa sapa ama eninde sonunda menzile doğru ilerleyen yolculuğunun sembolüsün. Sen insanın, içine doğarak değil, seçerek de doğruyu bulabileceğinin en güzel göstergesisin. Sen insanın içindeki “doğu”nun o batıda da yetişse eninde sonunda açığa çıktığının ve güneşi doğurmaya muktedir olduğunun ispatısın. Sen, başka başka mıknatıslar yüzünden doğusunu batısını şaşıran kalplerin doğruyu gösteren sağlam pusulasısın. Eğer iznin olursa arkandan hiç olmazsa bir gıyabi cenaze namazı kılalım. Sen kalbindeki doğudan güneşi doğurarak Rabbine giderken biz senin bu kutlu yolculuğuna yüreklerimizden mahcup bir dua bırakalım.

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-sevgili-aysenur-musaaden-olursa-4302

Esra Özer Duru, Ankara, 11 Eylül 2024. 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!