kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mart 2021

SİSİFOS’UN EVSEL EMEĞİ

Yunan mitolojisinden Sisifos, Zeus’u bir şekilde kızdırdığı için (uzun hikâye), bir kayayı her gün dağın tepesine iteklemeye, tam doruğa ulaşacakken kayanın aşağı yuvarlanmasını izlemeye ve ertesi gün aynı işi yeniden yapmaya mahkûm edilen bir karakterdir. İşte ev kadınları da her sabah kayayı tepeye çıkarmak üzere yuvarlamaya başlarlar. Fakat gün batarken, tepeye ne kadar az kalmış olursa olsun, kaya aşağı yuvarlanır. Her gün yeni bir dünya inşa eden kadın, akşama o dünyayı dağılmış, tozlanmış, kirlenmiş, aç ve memnuniyetsiz bulur. Ertesi gün kalkıp aynı işleri yeniden yapan kadının ruh halini ise yine Yunanca “merakı” (okunuşu may-rah-kee) kelimesi çok güzel tanımlar. Bu kelime, “bir işi tüm ruhunuz, hayal gücünüz ve sevginizle, içine kendinizden bir parça katarak yapmak” anlamına gelir. Ama kadınların böyle yaptıkları günlük işlerden hiçbirinin istatistiki verisini bulamazsınız.

Çok klişe: Neden 8 Mart?     

Artık birçok insan 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü ilan edilme sebebini biliyor. Yine de kısaca hatırlamakta fayda var. 8 Mart 1857’de New York’ta bir tekstil fabrikasında çalışan kadın işçiler, daha iyi çalışma koşulları için greve başlarlar. Grev sırasında çıkan yangında, fabrikanın kapısına kurulan barikatlar nedeniyle dışarı çıkamayan -çoğu kadın- 129 işçi hayatını kaybeder. Bu olaydan 52 yıl sonra II. Sosyalist Nasyonal toplantısında Clara Zetkin’in önerisiyle bu tarih, kadın haklarının kazanılması ve kadınların birlikte mücadele vermesinin anısına kutlanmaya başlanır. Daha sonra 1977’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 8 Mart’ın “kadın hakları, uluslararası barış günü” olarak kutlanması daha doğrusu anılması kabul edilir.

Böyle bir günün ihdas edilmesi ile ilgili tartışmalar o zamandan beri devam ediyor. “Bir gün değil, her gün” diyenler olduğu gibi “neden erkekler günü yok” diye itiraz edenler de mevcut. Televizyonlarda ve sosyal medya araçlarında birçok marka, şirket, kadın çalışanlarının bütün çalışanlarına oranını, kadın işçi çalıştırmaktan ne büyük mutluluk duyduklarını, kadın sporcuların, spor takımlarının nasıl her şeye meydan okurcasına var olduğunu ve destek gördüğünü duygusal, etkileyici, çarpıcı biçimlerde anlatmaya, güne özel kadın paylaşımları yarışında yerini almaya çalışıyor. Bir yandan bu durumu takdir etmek gerekiyor. Çünkü öyle ya da böyle bu paylaşımlar, kadınların hak mücadelesinde mesafe alabildiklerini gösteriyor. Diğer yandan sanki temel bir şey eksik kalıyor. O da reklamlara konu olan kadınların; ekonominin üretim faaliyetlerine ne kadar dahil olurlarsa o kadar saygıya, konuşulmaya değer bulunuşları. Yani kadınların emeği, üretime yaptıkları katkı ölçüsünde takdir görüyor… Toplumun söz söyleyenleri nezdinde ekonomik açıdan “değer”li bir ürünleri yoksa başarılarının da bir değeri yok. Kimse, herhangi bir kadının günlük hayatında verdiği var olma/kendi olma mücadelesini reklam filmlerine layık bulmuyor. Çünkü insanların zihninde bu kadınların “ne ürettiğine”, “ekonomiye hangi değeri” kattığına dair somut bir veri yok.

Sisifos’un kayası kaç tondur?

Bir öğretmen mesela 25 yıllık meslek hayatında kaç çocuk yetiştirir? Bir doktor 25 yılda kaç bin hastaya bakar? Bir son ütücü 25 yılda kaç parça ütüler? Bir telekom işçisi kaç km kablo döşer? Bir kuaför 25 yılda kaç kişiyi tıraş eder? Bir yemek fabrikasındaki aşçı 25 yılda kaç ton yemek pişirir? 25 yıl çalışan bir işçi ne zaman emekli olur, kaç lira emekli maaşı alır? Bir hava filtresi 25 yılda kaç bin metreküp ev tozunu filtreler? Bir temizlik işçisi 25 yılda kaç bin kilometrekarelik alanı süpürür? Bir çaycı ocağında 25 yılda kaç bin litre çay demler? Bir bulaşıkçı 25 yılda kaç bin parça yıkar? Bir demiryolu işçisi 25 yıl boyunca ortalama kaç km ray döşer? Bir akademisyen 25 yılda kaç sayfa okur, kaç sayfa yazar? Bir manikürcü 25 yılda kaç tırnağa bakım yapar? Bir triko işçisi 25 yılda kaç milyon metre ipi kıyafete dönüştürür? Bir twitter fenomeni 25 yılda kaç km ekranı aşağı kaydırır? Bir youtuber 25 yılda kaç günlük video kaydeder?

Bu rakamların hepsi ve daha fazlası, biraz araştırma yapıp kafa yorarak bulunabilir. Saint Exupery’nin Küçük Prens’te, “Bu gezegenle ilgili bütün ayrıntıları size anlatıyorsam, üstelik numarasını da veriyorsam, bunun nedeni yine büyükler. Büyükler sayılara bayılırlar. Tutalım, onlara yeni edindiğiniz bir arkadaştan söz açtınız, asıl sorulacak şeyleri sormazlar bile. ‘Kaç yaşında?’ derler, ‘Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?’ bu türlü bilgilerle tanıdıklarını sanırlar. Deseniz ki: ‘Kırmızı kiremitli güzel bir ev gördüm. Pencerelerde saksılar, çatısında kumrular vardı.’ Bir türlü gözlerinin önüne getiremezler bu evi. Ama ‘Yüz bin liralık bir ev gördüm’ deyin, bakın nasıl: ‘Aman ne güzel ev!’ diye haykıracaklardırcümleleriyle işaret ettiği gibi insanlar rakamları çok sever.

Anlaşıldığı üzere bu rakamların hesaplanması için üretimi, ekonomiyi ilgilendirmesi gerekir. Aksi takdirde kimsenin umurunda olmaz. Herkes yıllık enflasyon oranlarını, aylık/yıllık tüketici fiyat endeksini, Dolar/Euro kurunu, işsizlik oranlarını, asgari ücretteki artışı… büyük bir iştah ve ilgiyle takip eder. Ama mesela bir kadının/annenin 25 yıllık “ev kadınlığı/annelik” hayatında kaç kafa taradığı, kaç metre saç ördüğü, kaç bin tencere yemek pişirdiği, kaç bin çocuğa banyo yaptırdığı, kaç metre halı süpürdüğü, kaç bin metreküp toz aldığı, kaç bardak su verdiği, kaç bin parça bulaşık yıkadığı, çamaşır ütülediği, kaç kere hobilerinden, kendisinin yapmak istediği işlerden vazgeçtiği, kaç litre göz yaşı ve sümük kuruladığı, kaç kişisel gelişim kitabına yetecek kadar öğüt verdiği, bu öğütleri kaleme alıp bastırsa kaç bin baskı yapacağı, dinlediği dertlerin kaç terapi seansı edeceği istatistiklere dökülmez. Çünkü “ürettiği işin” değerini diploma ya da sertifikalarla resmileştirememiş bu kadının emeğini hiçleştirmek kolaydır ve onu hiçbir şey üretmediğine ikna etmek sistemin sürmesi için gereklidir.

Eğer bir kadının kendisi dahil olmak üzere herkesi, “hiçbir üretimi” olmadığına inandırırsanız, o kadını evden çıkarıp aslında başka herhangi bir insanın üretebileceği, herhangi bir ürün için üretim bandının önüne getirmek kolaylaşır. Çünkü oradaki ürünün maddi karşılığı vardır. Orada harcayacağı vakit; sigorta, emeklilik ya da statü olarak geri döner. Bu yüzden kadın, benzersiz emeğiyle ürettiği paha biçilemez ürününü bir kenara bırakıp işyerine doğru yola çıkar. Üretim çarkındaki yerini alır ve kişisel olarak üretebileceği farklılıkları, seri üretim bandına, işyerinin koridoruna gömer. Buna rağmen yönetici kadrosuna yükselebilen kadın sayısı oldukça düşük, kadınların emeğinin karşılığı adil ücretleri alabilmesi de zordur.

Ekonomik verilerle takibi yapılan bir işte çalışan başkaları bu kadar uzun yıllar ve çok sayıda ürettikleri şeyler için plaketlerle onurlandırılıp alkışlanabilirken, kadın/anne, “görevi” ve “üretim” olarak tanımlanmamış yüzbinlerce ürün üretir ve takdir beklerse kınanır. Kimse evde kaç bin tabak yemek çıktığını hesaplamaz, kaç yüz yatak yapıldığını saymaz. Kadınların ürettiği işin birbirlerinin gözünde bile değeri yoktur. Bu kadınlar sistem açısından da sadece “tüketici” oldukları ölçüde değerlidirler. Sabahtan akşama kayıt dışı olarak yapacakları “üretim”de hangi deterjan, un, yağ, makarna, diş macunu… markasını seçecekleri önemlidir. Satın alma davranışına etki edebilmek birçok açıdan yeterlidir. Bu da bizi yeniden ev kadınları/anneleri kendisine benzettiğimiz Sisifos’a getirir. Onun da kayasını kaç yıldır doruğa taşımaya çalıştığının, kaç kilometre yol kat ettiğinin, kaç ton yük taşıdığının verisi yoktur. Sisifos, akşam başına ne geleceğini bilmesine rağmen, her gün kayayı dağın tepesine doğru iter, her günün sonunda kayanın aşağı yuvarlanışını izler, ertesi gün yeniden işe başlar. İşte bir ev kadını da her türlü takdir, teşekkür ve tespit yokluğuna rağmen, hayatın bilincinde olarak bu işi sürdürmeye devam eder. Bir kadına kendini Sisifos gibi beyhude bir işe “mahkûm” olmadığını hissettirmek ve yükünü paylaşmak çok zor değildir. Ama binlerce yıllık bir düzeni sorgulamayı gerektirir. Bu da kolay göze alınacak bir şey olmasa gerek. Kimse yapmadığına göre…

https://www.hertaraf.com/haber-sisifos-un-evsel-emegi-esra-duru-6509#.YEnMSG633yQ.whatsapp

Esra Özer Duru, Ankara, 8 Mart 2021. 

17 Ocak 2021

SÖZLEŞMEYİ OKUDUM

Gündemimiz uzun zamandır İstanbul Sözleşmesi (İS) ile dolu. Araya başka tartışmalar girse de işlenen yeni bir kadın cinayeti ile konuya geri dönüyoruz. İS, toplumu, sözleşmeyi destekleyenler ve desteklemeyenler olarak ikiye böldü. Hâlbuki insaf ölçüsünde bir tartışma eleştirilerle birlikte öneriler de içermeliydi. Tersine, en çok göze çarpan, tarafların sözleşmeyi bir kere bile okumadan fikir sahibi oluşları ve üslupları oldu. Sözleşmenin tamamını okuyan insan sayısı oldukça düşük. Bu nedenle eleştirilerin büyük bir kısmı “şu söyledi, bu söyledi” düzeyinde kalıyor. Uzmanlık alanları belli olmayan bir grup sosyal medya fenomeni, insanların fikir ve inançlarını bildikleri gibi yönlendiriyor. Bu okumayıp oradan buradan duyma hali, aslında sözleşme metninde bulunmayan kavramlar/ifadeler nedeniyle sözleşmenin eleştirilmesini beraberinde getiriyor. Ben de bu doğrultuda sözleşmenin içeriğine ve çatışma alanlarına dair birkaç not çıkarttım. Taraf olacaksak da, eleştireceksek de bilmeliyiz değil mi?

Öncelikle sözleşme 2011 yılında Türkiye’nin ev sahipliğinde imzalanıyor. 81 maddeden oluşuyor ve toplam 30 sayfa. Türkiye imza koyan ilk ülke ve hızlı bir şekilde uyum yasalarını hazırlıyor. Bu çerçevede 6284 sayılı yasa çıkarılıyor. İS’nin maddeleri, sadece Türkiye’ye özgü biçimde değil, sözleşmeye taraf olan diğer devletlerin sosyal gerçeklikleri de göz önünde bulundurularak yazılıyor. Bütün diğer sözleşmeler/yasal metinler gibi tanımlar, ihtiyaçlar ve uygulamaya ilişkin hükümler içeriyor.

Şiddete karşı adaleti ayakta tutabilecek miyiz?

Giriş kısmında kadına karşı şiddetin önlenmesine dair bir metne neden ihtiyaç duyulduğu, bu iki cins arasındaki ilişkinin doğasına işleyen hiyerarşiye dikkat çekilerek çok yönlü ifade ediliyor. Sözleşme, topluma yayılmış ve uzun yıllardır geniş kitleler tarafından benimsenmiş hiyerarşik ataerkil düzeni ve onun uygulamalarını “toplumsal cinsiyet” olarak tanımlıyor. Bu, Türkiye’de İS’ye karşı çıkan kesimin eleştirdiği ilk kavram. Toplumda, erkeklerin kadınlardan üstün olduğunu ya da olması gerektiğini düşünenler, bu durumun kadınlara karşı ayrımcılık yapılmasına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin engellenmesine yol açtığını göremeyebilir. O nedenle bu üstün durumun devletin imzaladığı bir sözleşme eliyle sarsılmasını da yanlış bulabilirler. Ancak toplumdaki bir cinsiyetin diğerine üstün olduğu inancının beraberinde birtakım şiddet ve haksızlık döngülerini getirdiğini de görebilmeliler. Bu döngüyü durdurabilmek için yasal düzenleme yapılmasının gerekmesi insanların buradaki haksızlığı kendiliklerinden göremediğini ispatlıyor.

Toplumun cinsiyeti erkektir, erkek kalacak!  

Aslında toplumun fobilerini de özetleyen toplumsal cinsiyet, “Herhangi bir toplumun kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler…” olarak tanımlanıyor. Örneğin ev işlerinin, örgü örmenin, çocuklarla ilgilenmenin, pembe giymenin kadın davranışı şeklinde görülmesi. Bu toplumsal cinsiyet kavramı hayatımızda o kadar içselleşmiş ki... Örneğin meslek seçimlerinde çok büyük rol oynuyor. Şefkat, merhamet, bağ kurma gerektiren meslekler, kadın doğasına uygun; güç kullanımı, zorluk koşulları, tarafsızlık, analiz yeteneği/analitik bakış açısı gerektiren meslekler ise erkek cinsine uygun olarak tanımlanıyor. Erkek bir anaokulu öğretmeni/hemşire topluma tuhaf görünürken, kadın kaportacı hala haber değeri taşıyor. Yüksek statülü mesleklerde cinsiyetin belirleyici bir rolü olmaması beklenirken bu gruplardan doktorlar, uzmanlık alanı seçimlerinde cinsiyeti bir ölçü olarak koyuyor.  Kadın hâkim ve savcılar hala birçok insanın dikkatini çekiyor. Yani cinsiyetlerin kendine has yatkınlıkları, seçimler üzerinde tahakküme neden olmamalı. Bunlardan hareketle kısıtlayıcı tanımlar yapılmamalı, cinsiyetler ve toplumsal roller arasında esnek bir alan bırakılabilmeli. Bu durum hiyerarşik bir dayatmaya dönüştürülmemeli. Bir cinsiyetin kaçındığı işleri yapmaya diğer cinsiyet mecbur bırakılmamalı.

İS’ye karşı olanlar, şiddete ve başka insan hakları ihlallerine yol açan “toplumsal cinsiyet” kavramıyla mücadele edilmesi halinde cinsel kimliklerin inşasının zarar göreceğini ifade ediyorlar ki, kavram ve kapsamına karşı verdikleri uğraş bu inanca dayanıyor. Bu kapsamda toplumsal cinsiyet eşitliğini anlatan eğitim faaliyetleri; erkeğin kadına üstünlüğü ”toplumsal doğru” sanıldığı için kadının kadınlığına, erkeğin erkekliğine zarar vereceği zannıyla eleştiriliyor.  Yani bir ders kitabında anneyi değil de babayı bulaşık yıkarken gören bir erkek çocuk, cinsel kimliğini inşa edemez, sapıtır maazallah! Ya da hayatını “Babam bulaşıkları yıkamaya yardım ederse annem mi olur?” sorusunun ağırlığı altında geçirmeye mahkûm olur. Çünkü mesela lohusa, çalışan ya da sadece yorgun eşinin yükünü hafifletmek, hayatı paylaşmak için dahi olsa bulaşığın, yemeğin, ev işlerinin ucundan tutmak “erkekliğe” zarar verir. “Kadın 24 saat anne/ev kadını/meslek sahibi/evlat olmalı ama erkekler bu rollere sadece istedikleri zamanlarda ve istedikleri kadar girmelidir. Çünkü erkek/baba/meslek sahibi/evlat olmak bunu icap ettirir.” Burada şunu sormak gerekiyor: Sık sık dile getirilen sünnette, Rasulullah’ın, her işini kendisinin yaptığını anlatan kısım neden es geçiliyor? Devamı için mücadele verilen geleneksel yapı, Müslüman bir insanın adil bulabileceği bir aile hayatı, medeniyet inşası önerisi mi?

Çocuklar cinsiyet kimliğini legodan mı yapıyor?

Psikolojik açıdan asıl soru, erkeğin, baba/eş olarak ev içi rollerinin azaltıldığı hatta isteğine bağlandığı bir ortam çocuklarda nasıl bir cinsel kimlik inşa eder? Annesinin sürekli çalışıp çabaladığını gören kız çocuğu, “çile çekmenin” cinsiyetine yazılı bir kader olduğunu düşünüp, “çekmek” istemediği için evlilikten uzak durmaya, ilk sıkıntıda korkarak boşanmaya veya annesi gibi bu “çile” yolunu kabullenmeye yönelmez mi? Babasının günlük hayatlarında bir sorun olarak tanımlandığını gören erkek çocuk, annesini ve başka kadınları ezmemek için erkek olarak var olmakla savaşmaz mı? Çocuklar cinsel kimliklerini içinde bulundukları aile kurumunda ebeveynine bakarak oluşturmaz mı? Bu açıdan kişiliğin oluşumunu etkileyen faktörler arasında ailenin belirleyici olduğunu kabul etmek yanlış olmaz.

Çok tepki gören bir diğer ifade “cinsel yönelim”. Bu kavrama gösterilen tepki aslında toplumsal cinsiyet kavramına gösterilenle iç içe geçmiş durumda. Sözleşme boyunca sadece bir kere geçiyor ve başka birçok özelliğin yanı sıra “cinsel yönelim”i ne olursa olsun, hiç kimsenin şiddet mağduru olmaması gerektiğine dikkat çekilen bir cümlenin içinde yer alıyor. Başka “cinsel yönelim”leri, bu yönelimler arasındaki evlilikleri teşvik eden, meşru kılan herhangi bir ifade de metinde bulunmuyor. İS’nin 4. Madde 3. Fıkrasında şiddeti önlemek için “taraflar tedbirlerin cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir” deniyor. Sayılan insanların sayılma sebeplerinden dolayı şiddet görmelerinin engellenmesi onların temel insan hakları, devletin de temel ödevi. Bir mültecinin mülteciliği nedeniyle sokakta, evde ya da resmi bir kuruluşta ayrımcılığa, şiddete maruz kalmasına karşı çıkmaz mıyız? Dinen yasaklandığı, toplumun cinsel sağlığı açısından sakıncalı olduğu ya da tedavi gerektiren bir rahatsızlık olduğu vs. için kendisini farklı cinsel yönelimlerle tanımlayan bir insanın şiddete uğramasına onay mı veririz? Hiçbirimiz başka bir insana kendisine dair yaptığı tanımlardan dolayı şiddet uygulayamayız. Aynı şekilde hepimiz de böyle bir şiddetin nesnesi olmamak için devletin yanımızda olmasını bekleriz. Evrensel ahlak prensipleri de bunu gerektirir.    

Diğer yandan Hümeze Suresinde, insanlara duyduklarında hoşlarına gitmeyecek, onları fiziksel, ruhsal yönden aşağılayan sıfatlarla seslenmemek konusunda uyarılıyoruz. Hucurat Suresinde kötü zandan, insanları hor görmekten yahut gözden düşürmek ve karalamak için lakaplar takmaktan kaçınmamız buyruluyor. Başka bazı suçlamalar için de Nisa Suresinde emredildiği gibi dört şahit getirilmesi gerektiğini hepimiz biliyoruz. Buna rağmen insanları şahidimiz bulunmayan ya da çirkin fiilleri tarif eden sıfatlarla anmak hangi medeniyet perspektifine, salih amel tarifine yakışır?

Takım elbiseli sempatik (!) katillerimize ne olacak?

İS bölüm 3, Madde 12’deki “taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır” ifadesi geleneklere savaş ilanı olarak nitelendiriliyor. Sözleşmeye göre “namus” kavramı da herhangi bir şekilde hafifletici sebep olarak asla kullanılamayacak. Sözleşmede savaş açılan geleneklerin zaten insanları ezen, inciten, şiddetin nesnesi ya da öznesi yapan gelenekler olduğunu neden göremiyoruz? Gencecik çocuklara “namus” cinayeti adı altında kız kardeşlerini, kuzenlerini öldürten bir geleneğe gerçekten sahip çıkılabilir mi? Aslında bu madde kız çocuklarının ve kadınların “namus”un onlar üzerinden görünür kılındığı bireyler olması durumunu ortadan kaldıracak. Kızlarımızın zinadan uzak durmasını bekliyorsak, erkeklerimizin de aynı derecede sorumluluk sahibi olduğunu herkese anlatmalıyız. Takım elbise giyip pişman olduğunu ifade eden ya da “namusumu temizledim” deyince hükmü azaltılan sanıkların varlığı toplumun adalet duygusunu rencide etmez mi? Daha da önemlisi kadınlara karşı işlenen suçlarda suç ve ceza arasındaki orantı kurbanın aleyhine bozulmaz mı? Bu da kadınlara karşı suç işlenmesini kolaylaştırmaz mı? Sözleşmeyi bütün olarak eleştiren muhafazakâr kesimlerin cinayetler işlendiğinde sık sık gündeme getirdiği “kısas” kavramıyla hafifletici sebep algısı bağdaşır mı? Kız torununu erkek torununa öldürtüp üzerine beton döken dedenin vahşetini hangi gelenek üretti?

Eski çocuklara “süresiz nafaka”, yeniler “ot” mu yesin?

İddialardan bir diğeri de sözleşmenin aile kurumunu yıktığı... Bu iddiaya dayanak olarak halk arasında şiddet mağduru kadın ve çocuklara sağlanan genel destekler gösteriliyor. Çünkü kadınlar devletin kendilerine sağladığı koruma ve hayatını hasarlı evlilikten sonra yeniden kurma imkânları sayesinde boşanmayı göze almaya başladı. Perspektifimiz Kur’an olduğu için burada da şunu sormak gerekiyor. Rabbimiz mutlu olunmayan evlilikler için güzellikle boşanmayı helal kılıyor. Böyleyken bizler bir kadının boşanmasının ardından çocuklarıyla birlikte yeni bir hayat kurmasına sağlanan imkânları neden çok görüyoruz? Kaldı ki bunları devlet sunuyor. Kadınların kendilerini güvende hissederek ve borç altında kalmadan kullanabileceği en güzel imkân değil mi bu? Bir mümin başka bir mümin kardeşinin, çektiği zulme rağmen o evlilik içinde kalması gerektiğini nasıl söyler?

Geçmişte birçok boşanmaya şahit olduk. Bu olaylarda “dostlar” arasında ya da mahkeme tarafından takdir edilen nafakayı babanın ödememesi yüzünden anne ve onunla birlikte kalan çocukların yaşadığı sıkıntıları gördük. Bunları kendi çocuklarına yaşatan insanların şimdi sözleşmeye karşı çıkan tarafta yer alması hiç şaşırtıcı değil. Ama insan düşünmeden edemiyor. Geçmişte olduğu gibi şimdi de boşanan kadınlar, çocukların geçimini nasıl temin edecek? Ortak çocukların bakım sorumluluğu Kur’an’da babaya verilmişken, aksayan evliliğine son verip yeni evliliklere deyim yerindeyse yelken açan baba, çocuklar için belli bir süre ve sınırlı miktarda nafaka ödeyip sonra bundan da “kurtulmayı” nasıl düşünebilir? Kadın hep mağdur ve eski kocaya muhtaç kalsın da “burnu mu sürtülsün”? Burada şunu belirtmek gerekiyor: Sözleşmede “süresiz nafaka” diye bir kavram yok. Hatta taraflardan biri diğerine tazminat ödemeye mahkûm edilirse, mahkeme failin ödeme gücünü dikkate almak durumunda. Süresiz nafakaya hükmedilmesi de eğer davaya özel şartlar göz önünde bulundurularak verilmiş bir hüküm değilse mutlaka konuşulmalı, adalet zemininde bir karara bağlanmalı.

Sözleşmenin nihai hedefleri arasında hepimizin geçmiş yıllarda şahit olduğu acıların önlenmesi gibi hedefler de var. İS kadınların barış zamanında olduğu gibi savaşlar ve çatışma ortamlarında da cinsiyetlerine yönelik şiddet olaylarının kurbanı olmalarını engellemeyi hedefliyor. Vietnam’da, Japonya’da, Bosna’da yaşanan savaşlardaki gibi savaşın ilk ve en büyük mağdurunun kadınlar olması belki İS aracılığıyla engellenebilir. Çünkü bir milleti, bir insanı incitmenin en kolay ve en acı verici yolu kadınlara uygulanan şiddetten geçiyor.

Sözleşmenin başka bir maddesi, Türkiye’de çok yaygın olan erken evlenme nedeniyle yeni mağduriyetler ve yeni tepkiler doğuruyor. Bu madde 18 yaşın altında ve tarafların rızasının olduğu varsayılan evliliklerde aleyhte işliyor. Resmi nikâh kıyılmadan yapılan 18 yaş altı evlilikler resmi nikâh yapılırken yetkililerin önüne gelmiş oluyor. Böyle olunca ebeveynler hakkında soruşturma re’sen başlatılıyor. Ya da nikâh sırasında dahi, bir kız, yetkilileri arayarak zorla evlendirildiğini ifade ederse devlet müdahil oluyor. Kız çocuklarının genel anlamda herhangi bir söz hakkı olmadığını düşünen aileler için bu durum tabii ki sorun. Çünkü devlet ailenin yetki alanına müdahale etmiş oluyor. Bir de çoluk çocuğa karışmış insanların yıllar sonra resmi nikâh süreci sırasında yargılanması ve hapis cezası alması da başka büyük sorunlara yol açıyor, sanki yasa geriye yürümüş gibi bir algı oluşuyor. Bu durumla ilgili bir düzenleme yapılması bu sıkıntıları giderebilir. Ancak herhangi bir sebeple erken evlendirilmiş ve çoluk çocuğa karışmış ailelerin mağduriyetlerini önlemeyi amaçlayan bir yasal düzenleme girişimi bazı çevrelerin ideolojik/siyasal tepkileri sebebiyle sonuçlandırılamadı.  

Şahidi Allah olan kadın

İS’de yer almayan ama eleştiri bombardımanından nasibin i alan bir diğer ifade ise “Mağdurun beyanı esastır”. Bazı kesimler bu ifadeyi kasıtlı olarak “kadının beyanı esastır”a dönüştürüyor. Kimse de asıl metinleri okumadığı için bu dönüşüme itiraz etmiyor hatta fark etmiyor. Doğru haliyle “mağdurun beyanı esastır” ifadesi, İS’nin yürürlüğünü düzenleyen 6284 sayılı yasada geçiyor. Aslında bu yasaya konmadan çok önce de Yargıtay’ın bir kararında yer almış. Söz konusu kararda, bir kadın ya da çocuğun, iddiasını delillerle destekleyemediği durumlarda, “kendi şerefini çiğneyerek kimseye taciz, tecavüz suçlaması yapmayacağı” göz önünde bulundurularak beyanın esas teşkil etmesine karar veriliyor. Bu ifade, delil yetersizliği hallerinde ve acil müdahale gerektiğinde mağdurun yeniden zarar görmesini engellemek amacıyla tedbir almaya yönelik ve hiçbir cinsiyet göndermesi içermiyor. Geçtiğimiz günlerde haberdar olduğumuz bir olayda, asansörde site görevlisinin tacizine uğrayan mülteci çocuğun durumu bu kural sayesinde netleşti. Bu çocuğun Allah’tan başka şahidi yoktu ve diğer site görevlileri kendilerince “dayanışma” göstererek karakter şahitliği yapıp arkadaşlarının böyle bir şey yapmayacağını söylediler. Ama Türkiye’nin imzası bulunan İS ve 6284, devletin soruşturmaya müdahil olmasını zorunlu kıldı ve işlemler kendiliğinden yürüdü, görevlinin işine son verildi ve dava başlatıldı.

Mülteci demişken, İS’deki bazı hükümler (toplumsal cinsiyete dayalı iltica talepleri başlığı altında), zorla evlendirme, çocuk yaşta evlendirme gibi durumlarda kalan mağdurlara sığınma hakkı verilmesini zorunlu kılıyor. Birtakım Avrupa ülkelerinin taahhütten çekildiği maddeler de aslında bu maddeler. Yani bazı AB ülkeleri mültecilikle ilgili koşulları karşılamak ve iltica taleplerini kabul etmek zorunda kalmamak için sözleşmeden imzalarını çekiyorlar. Ancak Türkiye’de, kamuoyuna bu ülkelerin imza çekme sebepleri öylesi daha kullanışlı olduğu için ahlaki duruşmuş gibi yansıtılıyor. Düşünüldüğünde, örneğin Afganistan’da, 65 yaşında bir adamla, bu evliliğin aileye kazandıracağı para yüzünden evlendirilmeye çalışılan ve “diri diri toprağa gömülen bir kız çocuğunun” müsebbibi olmayı kim ister? Erkek kardeşinin okutulması için 70 yaşında bir adama 100 bin liraya satılan 20 yaşındaki kızın çalınan hayatını kim öder?

Sonuç olarak, İstanbul Sözleşmesi, kimseye fiziksel ya da cinsel şiddet uygulamak niyetinde olmayan, ahlaklı bir hayat kurma idealine inanan insanlar için bir sorun teşkil etmiyor aslında. Ama kasıtlı yorumlarla çarpıtılan maddeler, bağlamından koparılan kavramlar bizi bir süre daha meşgul edeceğe benziyor. Bu durum okumayı sevenler için yeni bir ev ödevini de gerekli kılıyor. İstanbul Sözleşmesinin yürürlüğünü sağlayan 6284 sayılı yasa ne diyor? Bakalım önümüzdeki günler sosyal medya fenomenlerini mi, yasayı hakkıyla okuyup eleştirilerini, önerilerini sıralayanları mı galip getirecek? Umalım sağduyu galip olsun.

Esra Özer Duru, Ankara, Eylül 2020. 

https://hertaraf.com/haber-sozlesmeyi-okudum-esra-duru-5216

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!