30 Ağustos 2024

SADECE DİKKATİMİZİ Mİ ÇALIYORLAR?

Dikkatini genellikle istediği gibi, istediği kadar, istediği noktaya yoğunlaştırabilen bir kuşağın çocukları olarak son yıllarda bir panik hissediyoruz. Dikkatimiz toplanmıyor, çabuk dağılıyor, okuduğumuz metni anlayamıyor, yaptığımız işi gerektiği sürede tamamlayamıyoruz. Bunun bir sorun olduğunu fark eden ve üstüne düşünen bizden başka insanlar var, dikkatimizi gerektiği gibi odaklayabilmemiz için uygulamalar tasarlıyor, tavsiyeler veriyorlar. İşte Yazar Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabı da bu endişelerle kaleme alınmış. Hari, kitap boyunca dikkat sorunlarımız üzerine düşünüyor, araştırmalar, görüşmeler yapıyor. Dikkatimizin dağılmasındaki unsurları önemli önemsiz demeden tek tek inceliyor.

Yazar, kitabın daha başında sorunun ortaya yeni çıkmadığını, Orta Çağda keşişlerin benzer sıkıntılardan muzdarip olduğunu ama şu an insanlığın 1930’lardan beri karşılaştığı en büyük dikkat krizini yaşadığını anlatıyor. Hari, dikkatimizin odaklanmaması ile ilgili kendimizi suçlama eğilimimize işaret ediyor. Bu suçluluk, bizim asıl sebepleri gözden kaçırmamıza ve çözüm noktasından uzaklaşmamıza neden olduğu için “Doğru teşhis, tedavinin yarısıdır” fikri uyarınca asıl sorumluları da araştırıyor.

Hari, dikkatimize zarar verici unsurların birçoğunun kökenini sosyal medya uygulamalarının özelliklerinde ve bunların yol açtığı kısır döngülerde buluyor. Bunları; hızlanma, yorum/beğeni alma ihtiyacı, sayfaların/içeriklerin sürekli kaydırılarak yenilenmesi (sonsuz kaydırma), doğru ya da yanlış daimi bir bilgi akışının olması, içeriklerin sürekli değişmesi nedeniyle kaçırma endişesi, zihnimizin akış halinin engellenmesi, fiziksel ve zihinsel bitkinliğin artışı, sorunun kökenini göremeyip bireysel davranış değişikliğiyle çözebileceğini sanma, stresi tetikleyen bir teyakkuz hali, beslenme düzeninin bozulması, kirliliğin artması, DEHB’nin (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) artışı ve buna karşı alınan tedbirler, çocuklarımızı maruz bıraktığımız fiziksel ve psikolojik kapatılma olarak özetleyebiliriz.

Dikkat yoğunlaştırma sürelerinin ne kadar düştüğünü anlayabilmek için, öğrencilerin 65 saniyede bir meşgul oldukları şeyi bırakıp başka şeylere geçtiğini, ofiste çalışanların, tek bir işle ortalama üç dakika meşgul olabildiğini bilmek bir fikir verebilir. Üstelik bir işe odaklanmışken dikkatiniz başka bir yere kaydığında yeniden aynı odaklanma yoğunluğuna ulaşmak 23 dakika sürüyor. Bilgisayar üreticilerinin icat ettikleri “çoklu görev” de az zamanda çok iş yapmamıza değil kapasitemizi düzgün kullanamamamıza hizmet ediyor. İki görev arasında gidip gelirken en az 20 dakika kaybediyoruz. Normalde hiç yapmayacağımız hatalar yapıyoruz. Beynimizin serbest gezinirken kendiliğinden kurduğu bağlantılar, bulduğu yeni fikirler kayboluveriyor. Aynı anda iki iş yapalım derken neyi, nereye, koyduğumuzu ya da nasıl yaptığımızı hatırlamadığımızı fark ediyoruz. Çünkü beynin meşgul tutulması anı oluşumunu engelliyor, hafıza daralıyor. Uzun metinler, kitaplar okuyabilme yeteneğimiz azalıyor. En basiti satır takip etme alışkanlığımızı kaybediyor, gözlerimizi ekrandaki metnin üzerinde oradan oraya gezdiriyor, metne göz atıyoruz. Bu durum da okuduğumuzu anlama oranımızı da düşürüyor.

Gidişattan kim mutlu?

Hari’nin bulduğu veriler, odaklanamayan insanların, karar alma geriliminden kaçınmak için kendilerinin düşünmesini, karar almasını gerektirmeyen çözümlere yöneldiğini, bunun da otoriterleşme eğilimini arttırdığını gösteriyor. Yazar, “wired” kelimesinin İngilizcede hem “manik, aşırı bir zihin durumu içinde olmak” hem de “çevrimiçi olmak” anlamlarına geldiğine dikkat çekiyor. Aynı kelime Türkçede “kablolu” anlamı da taşıyor. Son yıllarda bazı hayatların prize bağlı geçtiğini düşününce durum daha çarpıcı bir hal alıyor.

Birçoğumuz iletişimlerimizin yüzeyselliğinden, eski vefalı arkadaşlıkların, zevk aldığımız derin sohbetlerin azaldığından şikâyet ediyoruz. Hari, bunun sebebini de içinde bulunduğumuz dikkat depreminde buluyor. Bu depremin en önemli ve kötü sonucu olarak derinliği kaybediyoruz. İnsan ilişkilerinde, hayata bakış açımızda incelikler, derinlikler yok oluyor çünkü bunların hiçbirine vakit ve dikkat kalmıyor. Sosyal medyanın ödül mekanizmaları gerçek hayattan çok daha hızlı çalıştığı ve popülerliği arttırdığı için insanlar iletişimlerini oraya yönlendiriyor. Hayatın akışını kabullenmeyi, ona saygı göstermeyi unutuyoruz. Orada zaman geçirdikten sonra içimiz büyük bir sıkıntı, muğlak bir hüsran duygusuyla kaplanıyor, küçülüyor yüzeyselleşiyoruz.

Ekranların ışığı vücudumuzun biyolojik ritmini bozuyor, her an bir iş geleceği beklentisi rahat bir uyku uyumamızı engelliyor. Yazarın deyimiyle telefonlarımıza “bebek” muamelesi yapıyor, gece boyunca rutin aralıklarla onları kontrol ediyoruz. Bedenimiz ve beynimiz hem fiziksel hem de psikolojik olarak dinlenme/yenilenme moduna bir türlü geçemiyor. Uyumamanın sonu yine aynı kapıya çıkıyor. Dikkat dağınıklığı, gerginlik, sürekli yapacak bir işi varmış gibi hissetmenin huzursuzluğu. Hiçbirimiz işlerimizi tamamlayıp başarıya/sonuca ulaşmanın huzurunu yaşayamıyor, hissedemiyoruz. Sürekli uyanık olmamız hem bize iş paslayan amirlerin hem de şirketlerin işine geliyor. “Kapitalizm daha az uyumamızı istiyor çünkü uykuda olduğumuzda para harcamıyor yani hiçbir şey tüketmiyoruz. Sağlıklı ölçüde uyku uyumaya geri dönmemiz ‘ekonomik sistem için bir deprem etkisi yaratır’. Uykusuzluğumuzun dikkat becerisinde yarattığı arızalar ikincil bir zarar sadece: Ticaretin bedeli. Bu noktanın ne kadar önemli olduğunu bu kitabı yazmayı bitirirken anladım ancak” diyor Hari.

Gözetim Kapitalizmi ya da Algoritma

Bu durumların genel sonucu olarak huysuzluk, obezite, konsantrasyon sorunları, DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu), uyku bozuklukları, kafein bağımlılığı ortaya çıkıyor. Merak etmeyin Meta şirketler, “imdadınıza” koşuyor. Sizi takip eden, ne istediğinizi ya da nelerden şikâyetçi olduğunuzu bulup size uygun ürünleri öneren sistemler geliştiriyor. Yazarın görüştüğü uzmanlardan biri bu takibi şöyle ürkütücü bir örnekle izah ediyor: “Facebook, Google vb. sunucularının içinde bizi temsil eden ufak ‘vudu bebekleri’ olduğunu hayal edin. İlk başta bize pek benzemiyorlar. Genel bir insan tipi daha ziyade. Sonra tıklama izlerimizi (üstüne tıkladığımız her şeyi), kestiğimiz ayak tırnaklarını, dökülen saç tellerimizi (aradığımız her şeyi, çevrimiçi hayatımızın en ufak ayrıntılarını) topluyorlar. Anlamlı olduğunu düşünmediğimiz onca meta-veriyi bir araya getiriyorlar ve bebek bize gitgide daha çok benziyor. Sonra örneğin Youtube’a girdiğimizde bebeği uyandırıp yüz binlerce video deniyorlar üstünde, hangisinin etkili olduğuna, hangisinde kollarının kıpırdadığına bakıyorlar ve sonra bunu bize sunuyorlar.”

Bebeğinizi oluştururken daha önce de söylediğimiz gibi algoritma sizi ödül/ceza sistemiyle deyim yerindeyse terbiye ediyor, evcilleştiriyor. Yazara göre; gerçek dünyada ödül ve cezaların hemen gelmemesi nedeniyle var olmak zaten zorken sanal dünyanın ödüllendirme sistemi yüzünden daha da zorlaşıyor. Çünkü insanlar onaylanmaya duydukları açlık nedeniyle sanal alemde kalmayı ve her paylaşıma yorum yapmayı ya da almayı daha çok istiyor. Algoritmalar sizi neyin harekete geçirdiğini, nelere bakmayı sevdiğinizi, nelere kızdığınızı yani size özgü tetikleyicileri öğreniyorlar. Bunun neticesi olarak bir şeye kızdığınızda daha dikkatsiz, daha az anlayışlı olacağınızı keşfetmiş durumdalar. Seçimlere yön verip marjinal milliyetçi akımları öne çıkararak destekliyorlar. Öfkeleneceğiniz paylaşımları daha çok göstererek kendinizi öfkeyle çevrelenmiş hissetmenizi ve avunmak için daha çok sosyal medyada kalmanızı sağlıyorlar. Ayrıca negatif paylaşımların dolaşımının arttırılması nedeniyle sadece bireyleri değil toplumu da ateşe veriyorlar.

Harcanan en önemli potansiyel: Gençlik

Bütün bunların en değerli kurbanı gençlik oluyor. Kolayca DEHB tanısı konan çocuklar ve gençler, birtakım ilaçların bağımlısı oluyor. Bu bozukluk nedeniyle gerçekten acı çeken insanlar görünmez hale geliyor. Hayattan yalıtılan, sokakta oynayamayan, arkadaş edinemeyen çocuk ve gençlerde bu bozukluğun belirtileri görülüyor. Çocukluk büyük ölçüde kapalı kapılar ardında yaşanıyor; çocuklar serbestçe oyun oynama, keşifler yapma imkânını bulamıyor. Dikkatin hayati biçimleri olan ikna, müzakere, tahammül, sabır, hoşgörü, hüsranla baş etme gibi yeteneklerini geliştiremiyorlar. Oyunun sağladığı canlılığı, neşeyi tadamıyor, kendilerini yeterli görmüyor; büyüklerinin rehberliği olmadan bir şey yapabileceklerine inanmıyorlar. Eğitim sistemlerindeki çıkmazlar da onların bu durumunu körüklüyor. Saatlerce hareket etmeden kapalı bir mekânda ilgi alanlarının çoğu zaman dışında dersler dinlemek onları bir şey öğrenmekten alıkoyuyor. Öğrenmedeki mutluluğu tadamayan, istediği bir hedef belirleyemeyen çok sayıda genç kendisini ifade etmek için başka alanlar arıyor. Gerçek dünyada hüsrana uğradıkça sanal alemlerde yalandan kaleler inşa ediyorlar; öfkeli, saygısız bir o kadar da kırılgan ve dayanıksız hale geliyorlar.

Çözüm Önerileri

Hari, bu bölümde hem kişisel hem de toplumsal olarak bazı çözüm önerileri sıralıyor. Öncelikle istilacı teknolojilerin devletler tarafından denetlenmesi ama bunun sansüre dönüşmemesi için bazı teklifleri var. Ona göre gözetim kapitalizmini doğrudan yasaklayabilir, bu tip şirketlerin çevrimiçi hareketlerimizi takip etmesini, kişisel verilerimize ulaşabilmesini engelleyebiliriz. Bunu sansüre dönüşmeden mesela abonelik modeli ya da bu şirketlerin hükümetten bağımsız kamu mülkiyetindeki şirketlere (BBC örneğindeki gibi) dönüştürülmesi formülüyle yapabiliriz. Bu öneriler oldukça zor, kapsamlı ve şirketlerin, devletlerin işine gelmeyecek öneriler. Üstelik geçtiğimiz birkaç yılda meta şirketlerinin Türkiye’de temsilcilik açmayarak hem yasal hem de mali birtakım yükümlülüklerden kaçmaya çalıştığını gördük. Gelişmiş ülkelerde bazı konular için denetim mekanizmaları üzerinde uzlaşılsa da (çocuk pornosu vs) kendi belirledikleri prensipleri bile istedikleri gibi eğip büktüklerini biliyoruz. Gazze örneğinde, Gazze’de yaşanan soykırımı dünyanın dikkatine sunmaya çalışan birçok hesap sansürlendi, milyonlarca takipçisi olmasına rağmen kapatıldı. Şirketler, yarattıkları sanal dünyalarda demokrasiyi, sansürü bildikleri gibi uyguluyorlar.

Sosyal medya uygulamalarının bildirim sayısına sınır getirilmesi, öneri seçeneğinin kapatılması, sonsuz kaydırmanın kapatılması, kullanıcının sayfanın sonuna geldiğini fark edip devam etmek ya da etmemek arasında bilinçli bir seçim yapabilmesini sağlayacak kısa da olsa bir karar alma süreci gerektirecek bir ayar yapılması da yine meta şirketleri yapmak zorunda bırakabileceğimiz düzenlemeler. İş dünyasına düşen çözümler de var ki bunlar hiçbir işyerinin işine gelmeyecek öneriler. Evden çalışmanın arttırılması, çalışana belli bir saatten sonra bağlantıyı koparma hakkı tanınması gibi.

En önemli ve dönüştürücü çözüm; çocuklara ve eğitime yaklaşımın, eğitim yöntemlerinin değiştirilmesi. Çocuklarımızı sokakta oyun oynamaya teşvik etmek ve bunu kolaylaştırmak, çocukların okulda geçirdiği süreyi sınırlamak, bu zaman zarfında fiziksel aktiviteler yapabilmelerine uygun altyapıyı sağlamak ve bu faaliyetleri teşvik etmek, sınavları kaldırmak, araştırmaya yönelik ödevler vermek, ders sürelerini kısaltmak gibi.  

Hari, kullanıcı odaklı tedbirleri tuzu kurular için olduğunu bilse de sıralıyor. Bunlardan bazıları, telefona bakma isteği geldiğinde geçene kadar on dakika beklemek, her gün ne yapacağına dair ayrıntılı bir program oluşturmak, bildirim ayarlarını kapatmak, telefonunuzu belli bir süre kilitleyebileceğiniz uygulamalar kullanmak, mutlaka sekiz saat uyumak. Hari’nin dönüştürücü kişisel tedbirleri ise odaklanma becerimizin büyüyüp potansiyeline ulaşabilmesi için çocuklarda oyunun, yetişkinlerde akış hallerinin, kitap okumanın, sizin için anlamlı faaliyetler keşfetmenin, egzersiz yapmanın, doğru dürüst uyku uyumanın, sağlıklı bir beynin gelişmesini sağlayan temiz ve besleyici gıdaların ve güvenlik hissinin önemine işaret ediyor. Yazar, korunmamız gereken şeyleri ise, aşırı hız, bir işten öbürüne geçip durmak, çok fazla uyaran, zihninize girip sizi kendine bağlamak için tasarlanmış istilacı teknolojiler, stres, bitkinlik, gerginlik yaratan boyalarla dolu işlenmiş gıdalar, kirli hava olarak sıralıyor. Hari, çözümün çok yönlü olması nedeniyle hep birlikte hareket etmeyi gerektirdiğini vurgulayarak dikkatimizi ateşe veren kuvvetlere karşı mücadele edip onların yerine iyileşmemize yardımcı olacak kuvvetleri geçirmemiz gerektiğini ifade ediyor. 

Sonuç

Dünya hızlanıyor. Bu süreç kolektif dikkat aralığımızı daraltıyor. Ekonomik büyüme toplumu düzenleyen merkezî ilke konumunda. Bunun sürekliliğini sağlamanın ilk yolu bir şirketin yeni pazarlar bulması. İkincisi ise mevcut tüketicilerini daha fazla tüketmeye ikna etmesi. Tıpkı Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçişteki sömürge yarışında olduğu gibi. Sömürgecilerin gemilerle, el değmemiş, kaynaklarına dokunulmamış yeni karalar bulmak için yaptığı yolculuklar; yerini hükmedilecek yeni zihinler bulmak için üretilen uygulamalara bırakmış durumda. Başka hedefleri var mı bilinmez ama zihinlerimize hükmetmeyi sadece daha fazla para kazanmak için yapıyor olmaları da kötülük olarak yeterli. Bu uğurda her şeyimizi bize yeniden satabilmek için çeşit çeşit tuzaklar kurabilirler. Bildiğiniz emperyalizm yani! O zaman yerlilere kızamıklı battaniyeleri hediye eden sömürgeciler, şimdi de Facebooku, İnstagramı, TikToku, YouTubeu… diğerlerini “sunuyorlar”. Kendi halinde bir insanı elbette sevmezler. Çünkü böyle bir insan sistemi tehdit ediyor. Bu tabloya bakınca aslında bizim onlardan değil, onların bizden korkması gerekiyor. Ama en büyük avantajları, insanların ortak potansiyel gücünün farkında olmayışı. Yan hasarlar zaten çok da umurlarında değil. Şişmanlamış mıyız, dikkatimiz mi dağılıyor, kalp krizinden gencecik ölüp gidiyor muyuz, uykusuz muyuz, sürekli depresif miyiz? Mevzu değil. Hepsinin “çaresi”ni üretir, yeni yarattıkları iş alanlarından yeniden para kazanırlar.

Peki bunları öğrendiğimiz ya da tekrar hatırladığımız bu noktada; kaybettiklerimiz uğruna, büyük meta şirketlerinin kendilerine atfettikleri “dünya üstündeki herkesi birbirine bağlamak” gibi “büyük, yüce bir amaç”la kurdukları ağda bulunmayı tercih edip etmeyeceğimiz sorulsa ne cevap verirdik?

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-sadece-dikkatimizi-mi-caliyorlar-4287 

Esra Özer Duru, Ankara, 28.8.2024. 

09 Ağustos 2024

AYNALARA BAKABİLMEK

Sosyal medyada karşımıza sık sık “ahlaki ikilem” testleri çıkıyor. Testlerin ana prensibi; çoğunluğun iyiliği için azınlığı feda edip etmeyeceğimiz. “Yokuştan hızla inerken arabanızın freni patladı. Bir tarafta tek bir çocuk öbür tarafta onlarca insanın alışveriş yaptığı bir pazar yeri var, direksiyonu hangi tarafa kırarsınız?” Bu testleri hazırlarken hikâyenin içine mutlaka bir çıkmaz yerleştirilerek seçim daha zor, daha karmaşık hale getiriliyor. Biraz komplo teorisi olmakla birlikte bu testler algoritmaların insanlığımızı test etme biçimleri sanki. Çünkü böyle durumlar; kahramanlarını ya da kötülerini farazi düşünülürken değil gerçekten yaşanırken ortaya çıkarıyor. Testi çözerken doğru seçimi yapmak basitse de hayatı yaşarken tarihin doğru tarafında yer almak çok zor olabiliyor. İşte Filistin de 1948’den beri dünyanın turnusol kâğıdı.

Netanyahu, ABD kongresinde onlarca kez ayakta alkışlanırken akla ünlü Yahudi yazar Hannah Arendt geldi. Arendt, 1948’de ABD’yi ziyaret eden İsrailli aşırı sağcı ve bugün Netanyahu’nun başkanlığındaki Likud’un kurucu babası Menachem Begin’i ve liderliğindeki İrkud’u terör örgütü olarak tanımlamıştı. Einstein’ın da aralarında olduğu 30 liberal sol Amerikalı Yahudiyle New York Times’e bir ilan vermiş ve bu Yahudi örgütünü Holokost’tan sadece 3 yıl sonra Nazilere benzetmişti. Tarihin doğru yerinde durmak böyle bir şey olsa gerek.

Kötülük sıradan mıdır?

Aynı Arendt, 1961 yılında İsrail’in Arjantin’den büyük ve zorlu operasyonlarla kaçırıp İsrail’e getirdiği ve neredeyse soykırımın tek suçlusu gibi yargıladığı Adolf Eichmann’ın duruşmalarını izledi. Bu süreç ona önce bir makale sonra da Kötülüğün Sıradanlığı isimli en tartışmalı eserini yazdırdı. Yargılanma sırasında Eichmann’ın mahkeme ve mahkemeyi izleyenler tarafından baştan mahkûm edildiğini, kendi avukatının bile müvekkilini savunmak için en gerekli, en temel delilleri mahkemeye sunmadığını gören Arendt, sözünü esirgemedi.

Kitabında, aşağı yukarı bütün Avrupa’yı soykırıma ortak eden süreci ve aktörleri özetleyen Arendt, Hitler’in ya da onun emir erlerinin katliamın tek sorumlusu olmadığını savunarak, Nazilerle iş birliği yapan Yahudiler başta olmak üzere bu kötülükteki pay sahiplerini gözler önüne serdi. Eichmann’ın “aslında Yahudileri öldürmeye değil, kurtarmaya çalıştığını” samimi bir şekilde anlattığını gören Arendt, onun, kötünün kendisi değil, sadece verilen emirleri uygulamış “dürüst ve sıradan” bir asker olduğunu fark etti. Hatta Eichmann, tıpkı Yahudi Jon ve David Kimche, Macar-İsrailli Avukat Gazeteci Rudolf İsrael Kastner gibi “uygun malzemenin” kurtulmasını sağlamak için elinden geleni yapmıştı.

İşbirlikçi Yahudilerin varlığından bahsederken de amacı kurbanı suçlamak değil, kötülüğün sıradanlığına; Yahudi soykırımı sürecinde ve Eichmann’ın yargılanmasında suçluları, sorumluları net bir şekilde ayırt etmenin imkansızlığına dikkat çekmekti. Arendt, kötülüğün, belli bir insanın içsel kötülüğüne atfedilerek çözülemeyeceğini savunurken bu yargısına birtakım örnekler verdi. Hitler’in savaştan önce kendi vatandaşı 50 bin akıl hastası Almanın öldürülmesine yol açan emrini; tüm Avrupa’da Yahudilerin takibi, tespiti, yakalanması, trenlere bindirilmesi hatta gaz odalarına gaz verilerek öldürülmesi, cesetlerinden altın dişlerinin sökülmesi, saçlarının kesilmesi, kıymetli mallarına el konması, Yahudi yıldızlarının satışı gibi işlerde yine Yahudilerin Nazilerle iş birliğini, alacağı tepkileri bilmesine rağmen sayıp döktü. “Yahudilerin yaşadığı her yerde tanınmış Yahudi liderleri vardı ve bu liderler neredeyse istisnasız olarak öyle veya böyle, şu veya bu nedenle Nazilerle iş birliği yapıyordu. … Yahudi Konseylerinin talimatlarına uymasalardı, bu insanların yarısı kurtulabilirdi. … Nazilerden -dolayısıyla Yahudi Konseyinden de- kaçıp saklanan yirmi ila yirmi beş bin kadar Yahudinin onbini yani yüzde kırk ila ellisi hayatta kalabildi” diyerek durumun çarpıcılığını gözler önüne serdi.   

Arendt, İsrail’deki mahkemede, sanık Eichmann’ın Yahudilerin öldürülmesinden sorumlu tutulmasına şiddetle karşı çıkarken Çingenelerin, Klavların, Romanların öldürülmesindeki payını kabul ettiğine ama mahkemenin ısrarla bu kayıpları anmadığına da dikkat etti. İsrail, Holokost efsanesini gölgeleyecek başka bir kitlesel ölümün anılmasını istemiyordu. Eichmann’ın, sadece Yahudilerin ölümüne yol açtığı eylemlerinden sorumlu tutularak, idamına karar verildi. Üstelik itiraz, temyiz gibi hiçbir hakkı tanınmadı. Karar çıktıktan sonra üç gün içinde idam edilip cesedi yakılarak külleri Akdeniz’in sularına döküldü. Arendt, bütün detaylarıyla izlediği bu mahkeme sürecinden sonra, BM’de İsrail kullansın diye icat edilen hukuki ilkelerin bizzat İsrail tarafından nasıl çiğnendiğini ve gelecekte de Gazze özelinde nasıl çiğneneceğini 63 yıl önceden görmüştü.

İfade özgürlüğü kime kadar?

Alman Yeşiller Partisinin desteklediği Heinrich Böll Vakfı, Rus Yahudisi Masha Gessen’e Putin’i sert bir şekilde eleştirdiği, Rusya ve dünyada yaşanan otoriterleşme sürecini çarpıcı bir şekilde anlattığı için Hannah Arendt 2023 ödülünü layık gördü. Derken Gessen, ödülünü alma zamanı gelmeden önce İsrail’in Gazze’deki işgaline tepki göstererek Gazze’yi Nazi işgali altındaki bir Yahudi gettosuna benzettiği bir yazı yazdı. Yazı tabii ki Siyonistlerden tepki gördü. Gessen ne cüretle Holokost’un biricikliğine gölge düşüren ifadeler kullanırdı? Böll Vakfı önceden açıkladığı ödülü ne yapıp da iptal edeceğini bilemedi. Tuhaf durumlar yaratarak ödülü neredeyse bir ev partisinde Gessen’e takdim etti. Gessen bu yazısından sonra “İkinci Arendt” olarak adlandırıldı. Dünyanın kalanıysa; bir yanda hâkim güçlerin sevmediği birine yapılan eleştirilerin “fikir özgürlüğü” olarak ödüllendirildiğini; diğer yanda Holokost edepsizliğiyle o hâkim güçleri zapturapt altına alanlara toz kondurulmadığını bir kez daha gördü. Sosyal medyada Gazze paylaşımlarına uygulanan sansür de işin tuzu biberi.

Gazze’de olanı biteni anlayabilmek hala mümkün değil. Arendt’in kötülüğün sıradan bir şey olduğu tespiti isabetli olduğu kadar iç yakıcı. Bir zamanlar Nazilerin mazlum ettiği bir halkın mensupları, kendilerine uygulanan zulmün aynısını, o zulümde hiç dahli olmayan bir halka uyguluyor. Yarı insan yarı robot cyborglar gibi duygusuz, sıradan bir şekilde kendilerine verilen katliam emrini yerine getiriyor. Tıpkı “propagandayla inşa edilmiş vatan-millet toplumu, Nazi Almanyası”nda olduğu gibi bir Nazi İsraili var. 

Gelelim bu yazının ahlaki ikilem sorusuna: II. Dünya Savaşı sırasında hayatta olsaydınız, birlikte yiyip içtiğiniz, çocuklarınızın birlikte oynadığı, kimin kimden hangi yemek tarifini aldığının unutulduğu, anahtarınızı bıraktığınız, balkonunda çamaşır kuruttuğunuz Yahudi komşunuzu mu kurtarırdınız yoksa sadık bir Alman vatandaşı gibi komşunuzun aralarında olduğu yüz binlerce Yahudinin, kadın, çocuk demeden kamplara gönderilmesine seyirci mi kalırdınız? Yani kötülüğün sıradanlığı mı cezbederdi sizi? Ya da bu uğurda adınızın hiç anılmayacağını bile bile aynaya ölene kadar rahat bakabilmek adına kendi çapınızda kahraman olmayı mı seçerdiniz?

Not: Bu yazıyı yazmaya çalışırken Hamas’ın Lideri İsmail Heniyye şehadete erdi, Rabbine kavuştu. Oğlunun deyimiyle; onun kanı Gazzeli çocukların veya kişilerin kanından daha kıymetli değildi. Biz yine üzüntümüzü dile getirecek kelime bulamadık. Şüphesiz Allah merhamet edenlerin en merhametlisidir. İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun. 

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-aynalara-bakabilmek-4262 

Esra Özer Duru, Ankara. 8.8.2024. 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!