Dikkatini genellikle istediği gibi, istediği kadar, istediği noktaya yoğunlaştırabilen bir kuşağın çocukları olarak son yıllarda bir panik hissediyoruz. Dikkatimiz toplanmıyor, çabuk dağılıyor, okuduğumuz metni anlayamıyor, yaptığımız işi gerektiği sürede tamamlayamıyoruz. Bunun bir sorun olduğunu fark eden ve üstüne düşünen bizden başka insanlar var, dikkatimizi gerektiği gibi odaklayabilmemiz için uygulamalar tasarlıyor, tavsiyeler veriyorlar. İşte Yazar Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabı da bu endişelerle kaleme alınmış. Hari, kitap boyunca dikkat sorunlarımız üzerine düşünüyor, araştırmalar, görüşmeler yapıyor. Dikkatimizin dağılmasındaki unsurları önemli önemsiz demeden tek tek inceliyor.
Yazar, kitabın daha başında sorunun ortaya yeni çıkmadığını,
Orta Çağda keşişlerin benzer sıkıntılardan muzdarip olduğunu ama şu an insanlığın
1930’lardan beri karşılaştığı en büyük dikkat krizini yaşadığını anlatıyor. Hari,
dikkatimizin odaklanmaması ile ilgili kendimizi suçlama eğilimimize işaret
ediyor. Bu suçluluk, bizim asıl sebepleri gözden kaçırmamıza ve çözüm
noktasından uzaklaşmamıza neden olduğu için “Doğru teşhis, tedavinin yarısıdır”
fikri uyarınca asıl sorumluları da araştırıyor.
Hari, dikkatimize zarar verici unsurların birçoğunun
kökenini sosyal medya uygulamalarının özelliklerinde ve bunların yol açtığı
kısır döngülerde buluyor. Bunları; hızlanma, yorum/beğeni alma ihtiyacı,
sayfaların/içeriklerin sürekli kaydırılarak yenilenmesi (sonsuz kaydırma),
doğru ya da yanlış daimi bir bilgi akışının olması, içeriklerin sürekli
değişmesi nedeniyle kaçırma endişesi, zihnimizin akış halinin engellenmesi,
fiziksel ve zihinsel bitkinliğin artışı, sorunun kökenini göremeyip bireysel davranış
değişikliğiyle çözebileceğini sanma, stresi tetikleyen bir teyakkuz hali,
beslenme düzeninin bozulması, kirliliğin artması, DEHB’nin (Dikkat Eksikliği ve
Hiperaktivite Bozukluğu) artışı ve buna karşı alınan tedbirler, çocuklarımızı
maruz bıraktığımız fiziksel ve psikolojik kapatılma olarak özetleyebiliriz.
Dikkat yoğunlaştırma sürelerinin ne kadar düştüğünü
anlayabilmek için, öğrencilerin 65 saniyede bir meşgul oldukları şeyi bırakıp
başka şeylere geçtiğini, ofiste çalışanların, tek bir işle ortalama üç dakika
meşgul olabildiğini bilmek bir fikir verebilir. Üstelik bir işe odaklanmışken
dikkatiniz başka bir yere kaydığında yeniden aynı odaklanma yoğunluğuna ulaşmak
23 dakika sürüyor. Bilgisayar üreticilerinin icat ettikleri “çoklu görev” de az
zamanda çok iş yapmamıza değil kapasitemizi düzgün kullanamamamıza hizmet
ediyor. İki görev arasında gidip gelirken en az 20 dakika kaybediyoruz. Normalde
hiç yapmayacağımız hatalar yapıyoruz. Beynimizin serbest gezinirken
kendiliğinden kurduğu bağlantılar, bulduğu yeni fikirler kayboluveriyor. Aynı
anda iki iş yapalım derken neyi, nereye, koyduğumuzu ya da nasıl yaptığımızı
hatırlamadığımızı fark ediyoruz. Çünkü beynin meşgul tutulması anı oluşumunu
engelliyor, hafıza daralıyor. Uzun metinler, kitaplar okuyabilme yeteneğimiz
azalıyor. En basiti satır takip etme alışkanlığımızı kaybediyor, gözlerimizi
ekrandaki metnin üzerinde oradan oraya gezdiriyor, metne göz atıyoruz. Bu durum
da okuduğumuzu anlama oranımızı da düşürüyor.
Gidişattan kim mutlu?
Hari’nin bulduğu veriler, odaklanamayan insanların, karar
alma geriliminden kaçınmak için kendilerinin düşünmesini, karar almasını
gerektirmeyen çözümlere yöneldiğini, bunun da otoriterleşme eğilimini arttırdığını
gösteriyor. Yazar, “wired” kelimesinin İngilizcede hem “manik, aşırı bir zihin
durumu içinde olmak” hem de “çevrimiçi olmak” anlamlarına geldiğine dikkat
çekiyor. Aynı kelime Türkçede “kablolu” anlamı da taşıyor. Son yıllarda bazı
hayatların prize bağlı geçtiğini düşününce durum daha çarpıcı bir hal alıyor.
Birçoğumuz iletişimlerimizin yüzeyselliğinden, eski vefalı
arkadaşlıkların, zevk aldığımız derin sohbetlerin azaldığından şikâyet
ediyoruz. Hari, bunun sebebini de içinde bulunduğumuz dikkat depreminde
buluyor. Bu depremin en önemli ve kötü sonucu olarak derinliği kaybediyoruz.
İnsan ilişkilerinde, hayata bakış açımızda incelikler, derinlikler yok oluyor
çünkü bunların hiçbirine vakit ve dikkat kalmıyor. Sosyal medyanın ödül
mekanizmaları gerçek hayattan çok daha hızlı çalıştığı ve popülerliği arttırdığı
için insanlar iletişimlerini oraya yönlendiriyor. Hayatın akışını kabullenmeyi,
ona saygı göstermeyi unutuyoruz. Orada zaman geçirdikten sonra içimiz büyük bir
sıkıntı, muğlak bir hüsran duygusuyla kaplanıyor, küçülüyor yüzeyselleşiyoruz.
Ekranların ışığı vücudumuzun biyolojik ritmini bozuyor, her
an bir iş geleceği beklentisi rahat bir uyku uyumamızı engelliyor. Yazarın
deyimiyle telefonlarımıza “bebek” muamelesi yapıyor, gece boyunca rutin
aralıklarla onları kontrol ediyoruz. Bedenimiz ve beynimiz hem fiziksel hem de
psikolojik olarak dinlenme/yenilenme moduna bir türlü geçemiyor. Uyumamanın
sonu yine aynı kapıya çıkıyor. Dikkat dağınıklığı, gerginlik, sürekli yapacak
bir işi varmış gibi hissetmenin huzursuzluğu. Hiçbirimiz işlerimizi tamamlayıp
başarıya/sonuca ulaşmanın huzurunu yaşayamıyor, hissedemiyoruz. Sürekli uyanık
olmamız hem bize iş paslayan amirlerin hem de şirketlerin işine geliyor. “Kapitalizm
daha az uyumamızı istiyor çünkü uykuda olduğumuzda para harcamıyor yani hiçbir
şey tüketmiyoruz. Sağlıklı ölçüde uyku uyumaya geri dönmemiz ‘ekonomik sistem
için bir deprem etkisi yaratır’. Uykusuzluğumuzun dikkat becerisinde yarattığı
arızalar ikincil bir zarar sadece: Ticaretin bedeli. Bu noktanın ne kadar
önemli olduğunu bu kitabı yazmayı bitirirken anladım ancak” diyor Hari.
Gözetim Kapitalizmi ya da Algoritma
Bu durumların genel sonucu olarak huysuzluk, obezite,
konsantrasyon sorunları, DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu),
uyku bozuklukları, kafein bağımlılığı ortaya çıkıyor. Merak etmeyin Meta
şirketler, “imdadınıza” koşuyor. Sizi takip eden, ne istediğinizi ya da
nelerden şikâyetçi olduğunuzu bulup size uygun ürünleri öneren sistemler
geliştiriyor. Yazarın görüştüğü uzmanlardan biri bu takibi şöyle ürkütücü bir
örnekle izah ediyor: “Facebook, Google vb. sunucularının içinde bizi temsil
eden ufak ‘vudu bebekleri’ olduğunu hayal edin. İlk başta bize pek benzemiyorlar.
Genel bir insan tipi daha ziyade. Sonra tıklama izlerimizi (üstüne tıkladığımız
her şeyi), kestiğimiz ayak tırnaklarını, dökülen saç tellerimizi (aradığımız
her şeyi, çevrimiçi hayatımızın en ufak ayrıntılarını) topluyorlar. Anlamlı
olduğunu düşünmediğimiz onca meta-veriyi bir araya getiriyorlar ve bebek bize
gitgide daha çok benziyor. Sonra örneğin Youtube’a girdiğimizde bebeği
uyandırıp yüz binlerce video deniyorlar üstünde, hangisinin etkili olduğuna,
hangisinde kollarının kıpırdadığına bakıyorlar ve sonra bunu bize sunuyorlar.”
Bebeğinizi oluştururken daha önce de söylediğimiz gibi
algoritma sizi ödül/ceza sistemiyle deyim yerindeyse terbiye ediyor,
evcilleştiriyor. Yazara göre; gerçek dünyada ödül ve cezaların hemen gelmemesi
nedeniyle var olmak zaten zorken sanal dünyanın ödüllendirme sistemi yüzünden
daha da zorlaşıyor. Çünkü insanlar onaylanmaya duydukları açlık nedeniyle sanal
alemde kalmayı ve her paylaşıma yorum yapmayı ya da almayı daha çok istiyor. Algoritmalar
sizi neyin harekete geçirdiğini, nelere bakmayı sevdiğinizi, nelere kızdığınızı
yani size özgü tetikleyicileri öğreniyorlar. Bunun neticesi olarak bir şeye
kızdığınızda daha dikkatsiz, daha az anlayışlı olacağınızı keşfetmiş
durumdalar. Seçimlere yön verip marjinal milliyetçi akımları öne çıkararak
destekliyorlar. Öfkeleneceğiniz paylaşımları daha çok göstererek kendinizi
öfkeyle çevrelenmiş hissetmenizi ve avunmak için daha çok sosyal medyada
kalmanızı sağlıyorlar. Ayrıca negatif paylaşımların dolaşımının arttırılması
nedeniyle sadece bireyleri değil toplumu da ateşe veriyorlar.
Harcanan en önemli potansiyel: Gençlik
Bütün bunların en değerli kurbanı gençlik oluyor. Kolayca
DEHB tanısı konan çocuklar ve gençler, birtakım ilaçların bağımlısı oluyor. Bu
bozukluk nedeniyle gerçekten acı çeken insanlar görünmez hale geliyor. Hayattan
yalıtılan, sokakta oynayamayan, arkadaş edinemeyen çocuk ve gençlerde bu
bozukluğun belirtileri görülüyor. Çocukluk büyük ölçüde kapalı kapılar ardında
yaşanıyor; çocuklar serbestçe oyun oynama, keşifler yapma imkânını bulamıyor.
Dikkatin hayati biçimleri olan ikna, müzakere, tahammül, sabır, hoşgörü,
hüsranla baş etme gibi yeteneklerini geliştiremiyorlar. Oyunun sağladığı
canlılığı, neşeyi tadamıyor, kendilerini yeterli görmüyor; büyüklerinin
rehberliği olmadan bir şey yapabileceklerine inanmıyorlar. Eğitim
sistemlerindeki çıkmazlar da onların bu durumunu körüklüyor. Saatlerce hareket
etmeden kapalı bir mekânda ilgi alanlarının çoğu zaman dışında dersler dinlemek
onları bir şey öğrenmekten alıkoyuyor. Öğrenmedeki mutluluğu tadamayan,
istediği bir hedef belirleyemeyen çok sayıda genç kendisini ifade etmek için
başka alanlar arıyor. Gerçek dünyada hüsrana uğradıkça sanal alemlerde yalandan
kaleler inşa ediyorlar; öfkeli, saygısız bir o kadar da kırılgan ve dayanıksız
hale geliyorlar.
Çözüm Önerileri
Hari, bu bölümde hem kişisel hem de toplumsal olarak bazı
çözüm önerileri sıralıyor. Öncelikle istilacı teknolojilerin devletler
tarafından denetlenmesi ama bunun sansüre dönüşmemesi için bazı teklifleri var.
Ona göre gözetim kapitalizmini doğrudan yasaklayabilir, bu tip şirketlerin
çevrimiçi hareketlerimizi takip etmesini, kişisel verilerimize ulaşabilmesini
engelleyebiliriz. Bunu sansüre dönüşmeden mesela abonelik modeli ya da bu
şirketlerin hükümetten bağımsız kamu mülkiyetindeki şirketlere (BBC örneğindeki
gibi) dönüştürülmesi formülüyle yapabiliriz. Bu öneriler oldukça zor, kapsamlı
ve şirketlerin, devletlerin işine gelmeyecek öneriler. Üstelik geçtiğimiz
birkaç yılda meta şirketlerinin Türkiye’de temsilcilik açmayarak hem yasal hem
de mali birtakım yükümlülüklerden kaçmaya çalıştığını gördük. Gelişmiş
ülkelerde bazı konular için denetim mekanizmaları üzerinde uzlaşılsa da (çocuk
pornosu vs) kendi belirledikleri prensipleri bile istedikleri gibi eğip
büktüklerini biliyoruz. Gazze örneğinde, Gazze’de yaşanan soykırımı dünyanın
dikkatine sunmaya çalışan birçok hesap sansürlendi, milyonlarca takipçisi
olmasına rağmen kapatıldı. Şirketler, yarattıkları sanal dünyalarda
demokrasiyi, sansürü bildikleri gibi uyguluyorlar.
Sosyal medya uygulamalarının bildirim sayısına sınır
getirilmesi, öneri seçeneğinin kapatılması, sonsuz kaydırmanın kapatılması,
kullanıcının sayfanın sonuna geldiğini fark edip devam etmek ya da etmemek
arasında bilinçli bir seçim yapabilmesini sağlayacak kısa da olsa bir karar
alma süreci gerektirecek bir ayar yapılması da yine meta şirketleri yapmak
zorunda bırakabileceğimiz düzenlemeler. İş dünyasına düşen çözümler de var ki
bunlar hiçbir işyerinin işine gelmeyecek öneriler. Evden çalışmanın arttırılması,
çalışana belli bir saatten sonra bağlantıyı koparma hakkı tanınması gibi.
En önemli ve dönüştürücü çözüm; çocuklara ve eğitime
yaklaşımın, eğitim yöntemlerinin değiştirilmesi. Çocuklarımızı sokakta oyun
oynamaya teşvik etmek ve bunu kolaylaştırmak, çocukların okulda geçirdiği
süreyi sınırlamak, bu zaman zarfında fiziksel aktiviteler yapabilmelerine uygun
altyapıyı sağlamak ve bu faaliyetleri teşvik etmek, sınavları kaldırmak,
araştırmaya yönelik ödevler vermek, ders sürelerini kısaltmak gibi.
Hari, kullanıcı odaklı tedbirleri tuzu kurular için olduğunu
bilse de sıralıyor. Bunlardan bazıları, telefona bakma isteği geldiğinde geçene
kadar on dakika beklemek, her gün ne yapacağına dair ayrıntılı bir program
oluşturmak, bildirim ayarlarını kapatmak, telefonunuzu belli bir süre
kilitleyebileceğiniz uygulamalar kullanmak, mutlaka sekiz saat uyumak. Hari’nin
dönüştürücü kişisel tedbirleri ise odaklanma becerimizin büyüyüp potansiyeline
ulaşabilmesi için çocuklarda oyunun, yetişkinlerde akış hallerinin, kitap
okumanın, sizin için anlamlı faaliyetler keşfetmenin, egzersiz yapmanın, doğru
dürüst uyku uyumanın, sağlıklı bir beynin gelişmesini sağlayan temiz ve
besleyici gıdaların ve güvenlik hissinin önemine işaret ediyor. Yazar, korunmamız
gereken şeyleri ise, aşırı hız, bir işten öbürüne geçip durmak, çok fazla
uyaran, zihninize girip sizi kendine bağlamak için tasarlanmış istilacı
teknolojiler, stres, bitkinlik, gerginlik yaratan boyalarla dolu işlenmiş
gıdalar, kirli hava olarak sıralıyor. Hari, çözümün çok yönlü olması nedeniyle hep
birlikte hareket etmeyi gerektirdiğini vurgulayarak dikkatimizi ateşe veren
kuvvetlere karşı mücadele edip onların yerine iyileşmemize yardımcı olacak
kuvvetleri geçirmemiz gerektiğini ifade ediyor.
Sonuç
Dünya hızlanıyor. Bu süreç kolektif dikkat aralığımızı
daraltıyor. Ekonomik büyüme toplumu düzenleyen merkezî ilke konumunda. Bunun
sürekliliğini sağlamanın ilk yolu bir şirketin yeni pazarlar bulması. İkincisi
ise mevcut tüketicilerini daha fazla tüketmeye ikna etmesi. Tıpkı Orta Çağ’dan
Yeni Çağ’a geçişteki sömürge yarışında olduğu gibi. Sömürgecilerin gemilerle,
el değmemiş, kaynaklarına dokunulmamış yeni karalar bulmak için yaptığı
yolculuklar; yerini hükmedilecek yeni zihinler bulmak için üretilen
uygulamalara bırakmış durumda. Başka hedefleri var mı bilinmez ama zihinlerimize
hükmetmeyi sadece daha fazla para kazanmak için yapıyor olmaları da kötülük
olarak yeterli. Bu uğurda her şeyimizi bize yeniden satabilmek için çeşit çeşit
tuzaklar kurabilirler. Bildiğiniz emperyalizm yani! O zaman yerlilere kızamıklı
battaniyeleri hediye eden sömürgeciler, şimdi de Facebooku, İnstagramı,
TikToku, YouTubeu… diğerlerini “sunuyorlar”. Kendi halinde bir insanı elbette
sevmezler. Çünkü böyle bir insan sistemi tehdit ediyor. Bu tabloya bakınca aslında
bizim onlardan değil, onların bizden korkması gerekiyor. Ama en büyük
avantajları, insanların ortak potansiyel gücünün farkında olmayışı. Yan
hasarlar zaten çok da umurlarında değil. Şişmanlamış mıyız, dikkatimiz mi
dağılıyor, kalp krizinden gencecik ölüp gidiyor muyuz, uykusuz muyuz, sürekli
depresif miyiz? Mevzu değil. Hepsinin “çaresi”ni üretir, yeni yarattıkları iş
alanlarından yeniden para kazanırlar.
Peki bunları öğrendiğimiz ya da tekrar hatırladığımız bu noktada; kaybettiklerimiz uğruna, büyük meta şirketlerinin kendilerine atfettikleri “dünya üstündeki herkesi birbirine bağlamak” gibi “büyük, yüce bir amaç”la kurdukları ağda bulunmayı tercih edip etmeyeceğimiz sorulsa ne cevap verirdik?
https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-sadece-dikkatimizi-mi-caliyorlar-4287
Esra Özer Duru, Ankara, 28.8.2024.